Cem Şahin
İktidarın şu günlerde daha bir dozunu arttırdığı baskı makinesinin vazgeçilmez uğrağı olan basın alanında yaşanılanlar üzerine, psikolojinin kadim kavramı travmanın, basın özgürlüğü ile kesişen yönlerinin ne olabileceği kaygısı bu metni yazmama vesile oldu. Sorun ettiğim husus, bir ülkenin gerçeğini dile getirmekle görevli olanların susturulduğunda, mensup oldukları topluma ne olduğuydu. Toplum olarak basınla irtibatımız tahrip edildiğinde ortaya çıkan semptomlar neydi? Ve basın özgürlüğü ile iyi hissetme arasındaki korelasyon nedir? Bunun için öncelikle çok kısaca da olsa travma kavramının nasıl tanımladığına bakmakta fayda var. Travma kavramının 18. yüzyılda psikolojik bir tesirinin olmadığı düşünülmüş, sorun yaşayan bireylerin biyolojik temelli bir hastalığı olduğuna inanılmıştır. Fransa – Prusya Savaşı’na dek kaygı verici yaşantıların psikolojik bir patolojiye yol açmadığı dile getirilmiştir. Savaş sonrasında cepheden dönen askerlerin yaşadığı stres bozukluğu dönemin psikiyatristlerinin ilgisini çekmiş, travmanın fiziksel bir hasar dışında kişinin ruhsal alanını bozduğu fark edilmiştir. Travma kavramının ele alınışı birçok psikiyatrist tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Lakin konu siyasal bağlamı gereği ele alınacağı için, kavramı sosyopolitik olanla sınırlayan yazarlar üzerinden ele almaya çalışacağım. El Salvador’da ders veren yazar Martin Baro travmayı, “baskıcı ve sömürücü sosyal ilişkilerin insanlık dışı sonucuna dayanan ve sosyal sistemden kaynaklanan bir etki” olarak tanımlar. “Travma yol açtığı sonuçlar nedeniyle sosyal olarak anlaşılmalıdır” diye de ekler. Pinochet döneminde Şili’de psikolog olarak çalışan David Becker’de “travmatik yaşantılar insanların politik davranışlarını düzenlemek ve kontrol etmek amacıyla yaratılan bir mağduriyetin sonucudur” der.
Yazarların alıntılarından da anlaşılacağı gibi travma sosyal ve politik kontrolün bir ifadesidir. Bu bağlamda travmayı mağdur üzerinden değil, ideolojik ve kurumsal yapılara bakarak anlatmamız gerekmektedir. Travmanın nesnesi olarak görülen toplumlar işkence, cinayet, gözaltında kayıp, köy yakma gibi şiddet pratiklerine maruz kalırlar. Güney Afrika’da ırkçı uygulamalar sonucu insanların tepkilerinden yola çıkan Martin Baro, yaşatılan travma deneyiminin yol açtığı sonuçları dört temel belirti ile tanımlar: kırılganlık hissi, aşırı uyarılmışlık, kontrol kaybı, yetersizlik hissi ve nesnel değerlendirme yetisinin değişmesi. En belirgin değişim ise sosyal yaşamda güvensizlik, korku ve saldırganlığın hakim olmasıdır. Martin Baro travmanın başka bir özelliğinin de yalanlar olduğunu söyler. Kamuya yönelik yanlış açıklamalar sonucu yayılan yalanlar soykırım ve şiddete kadar uzanır, etnik gruplar hedef haline getirilirler. İktidarların yalanı yaydığı temel mekanizmanın basın kuruluşları olduğunu düşünürsek, basının toplumsal travmalara ne tür bir karşı duruş sergileyebileceği daha önemli bir hale gelmektedir. Toplum kendi gerçeğini anlatabildiği kurumlar aracılığı ile iktidarın yalanlarını deşifre eder.
Bu yalanları deşifre edecek alanların yokluğu, toplumu başkaları aleyhine travmatize eder. Bir toplumun tanıklarının gazeteciler olduğunu düşünürsek, bu travmayı engellemek ve anlamlandırmak görevi basın emekçilerine düşmektedir. Basın emekçileri toplumların travmalarını, onların aktardığı dilin aracılığını yaparak iyileştirmeye çalışırlar. Çeşitli nedenlerle travmatize edilmiş toplumlar, kendi dilleriyle kendi öykülerini anlatamadan iyileşemezler. Travmanın son bulması hem bireysel hem de toplumsal düzeyde gerçeklerin dil aracılığı ile ötekilere aktarılabilmesinden geçmektedir. Dil bu anlamda anlam verilemeyen yaşantıların hikayeleştirilmesinin ön koşuludur. Biz dile başvurarak travmalarımızı anlamlandırırız. Çünkü bireyi belirleyen içine doğdu dildir. İnsan içine doğduğu dilin ifade araçlarından yoksun olduğunda ruhsal olarak travmatize bir varlığa dönüşür.
Travma, yaşanılan olayın şiddetinden çok söze dökülemeyen acıdır. Yani dil duygu ve düşüncelerimizin tanımını yapmakta yetersiz kaldığı oranda hastalanırız. Yaşadığımız durumlara simgesel bir kayıt düşemediğimiz zamanlar bedenimiz içe kapanır. Psikoterapi kişisel öykümüzde yarım kalmış satırların tamamlanması ve öykünün yeniden yazılması işidir bu anlamda. Hikayemizi kendi ağzımızdan çıkanlarla tanımladığımız ölçüde iyileşiriz. Toplumsal düzeyde de basın özgürlüğünü bu kontekste düşünebiliriz. Basın, bir toplumun içinde yaşadığı gerçekliğin dilini aktarmaya çalışır. İnsanlar ülkesinde yaşanılan olayları gazetecilerin tanıklığı üzerinden öğrenir. Bu haliyle travmanın iyileşmesini sağlayacak şey doğru tanıklıktır. Bir toplumun tanıklığını yapan basın emekçileri gerçeği halka özgürce ulaştırabildiği oranda toplumsal travma azalır. Nasıl ki birey kendi travmalarını dile dökebildiği oranda iyileşiyor, toplum da kendi travmalarını sembolize edebileceği kurumlar aracılığı ile iyileşir. Bu kurumlar işlevini yerine getiremediğinde, toplum kendi tarihi tanıklığını işleyemediği için travma toplumun bedenine yapışır. Tam da bu yüzden basın özgürlüğü toplumun kendi tanıklığını söze dökebilmesinin zorunlu koşuludur.
Basın özgürlüğünün olmadığı ülkelerde toplumlar kendi travmalarını ötekilere ulaştıramazlar. Çünkü bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de iyileşme ötekilerin tanıklığına ihtiyaç duyar. Bunu dile getirecek araçların olmayışı toplum olabilme koşulumuzu ilga eder. Kutuplaşma ve düşmanlaşma boy gösterir. Halklar iktidarın tanımlarına göre konum almak durumunda bırakıldıkları için dayanışmacı pratikler inşa edemezler. Kendilerini birbirlerine anlatacakları araçlar temellük edilir, iktidarların söylemlerine boyun eğmek zorunda kalırlar.
Bir ülkenin halkları kendi dillerini özgürce ifade edeceği mecralardan uzaklaştırılırsa, hem kendilerine hem de diğer halklara yabancı yaşamak durumunda bırakılırlar. Birçok katliam ve soykırım bu şeylerin sonucu olarak yaşanmaktadır.
Slavoj Zizek, “Hikayelerini bilmediklerimiz, en çok düşman olduklarımız” diye belirtmiştir. Düşmanlık, hikayelerini anlatmalarına izin verilmeyen halklar için kaçınılmaz bir sonuç olarak yaşanmaktadır. En çok bundan ötürü toplumların tanıkları olan basın emekçilerinin mesleklerini özgürce icra etmelerini talep etmeliyiz. Ülkemiz tarihinde yaşanılan travmatik deneyimlerin öyküsünü yazabilmenin ilk şartı özgür basından geçmektedir. Basın özgür olamadığı müddetçe toplumsal travma kendini daha feci pratikler üzerinden tekrar edecektir. Ülkemizin yası tutulmayan travmalar cehennemi olmasının nedeni David Becker’in aktardığı üzere, anlatı araçlarının muktedirler tarafından aşırı kontrole tabi tutulmasıdır. Toplumun kendi hikayesinin faili olmasını istemeyen egemenler, herkesi dayattıkları dilin içine kapatmak isterler. Basın ise egemenlerin çizdiği sözün sınırlarını aşındırır. Bu manada bizi, belirlenen hududun ötesine taşıyacak ve yeni kaçış çizgileri örgütlememize vesile olacak şey basının onurunu daha yüksek sesle sahiplenmekten geçmektedir.
Tanıkların kendi toplumsal gerçekliğini dile getirebilme özgürlüğü genişlediği ölçüde iyileşir, daraldığı ölçüde de hasta bir toplum olmaya mahkum ediliriz. İktidarlar ayakta kalabilme kapasitelerini gerçek tanıkların dışarıda tutulmasıyla güçlendirir, toplumun gerçeklerle olan iştigalini kendi düzeyine bakarak yorumlamayan herkesi şiddetle kompanse etmeye çalışırlar. İktidarların pazarladığı hikayelere değil, beraberce inşa ettiğimiz tanıklıklara yaslanarak travmatize olmaktan kurtulabiliriz. Kendi gerçekliğimizi yazabileceğimiz mecraları korumak ve büyütmek temel yurttaşlık görevimizdir. Ülkemizi travmalardan arınmış bir mekân haline getirmek için sözümüzü muteber kılanları kollamak da başka bir görevimiz. Basın özgürlüğü mücadelesi, direnenlerin iyileşme refleksidir.