Bilenler biliyordur gerçi ama ben yine de bilmeyenler için bir anatomik bilgiyle başlayayım: Bu ters kelepçe var ya, çok ters bir şey! Tersliği şurada, sizi bir yere götürürlerken, kelepçeli ellerinizi arkadan yukarı kaldırıp havaya dikiyorlar ve bu pozisyondaysanız eğer mecburen öne doğru eğiliyorsunuz, başınızı kaldırmak, dik durmak için yaptığınız her girişim çok fena can acıtıyor, hatta (kolunuz kırılmazsa eğer) kalıcı kas hasarları yaratabiliyor. İcat eden sürüm sürüm sürünsün, mezarında ters dönsün, resmen ‘Filistin Askısı’nın seyyar halini yapmışlar!
Çocuklarımıza, o tertemiz yüzlü, tertemiz yürekli güzel çocuklarımıza eğik yürüyorlar diye gönül koymayasınız sakın; o yüzden yazdım bunları.
Çocuklarımız… Tek tek isimlerini yazacağım en sonuncuların: Diren Yurtsever, Berivan Altan, Deniz Nazlım, Selman Güzelyüz, Hakan Yalçın, Ceylan Şahinli, Emrullah Acar, Habibe Eren, Öznur Değer ve Derya Ren…
Ve ondan öncekiler. Ve Şebnem Hoca…
Artık bir yere geldik hepimiz. Memleket bir yere geldi. Buradan ötesinde yarım buçuk sözlerin, “ama onlar da şöyle yapmasalardı” gibi lafların bir anlamı yok. “Şuna biraz dikkat edelim”, “provokasyonlara gelmeyelim” gibi şeyler manasını yitirdiği gibi, Kürtler tarafında ve Batı cephesinde, görünürde en keskin lafları edip hiçbir sabah kapısı koçbaşıyla kırılmayan tuzu kuru ‘doğrucularla’ da evimiz ayrı yolumuz ayrı. “Yok başka bir cehennem” diyordu ya hani Behçet Aysan, gerçekten yok ve yaşadıklarımızın bir adı var. Eğip bükmeden, akademisyen temkinliliklerine, parlamento jargonlarına filan hiç sapmadan açıkça zikredilmesi gereken şey budur: Faşizm. Dün yokmuş da yeni başlamış bir şeyden de söz etmiyoruz ayrıca. Neredeyse elli yıldır süren bir tartışma bu ve buraya sığmaz elbette ama 70’li yıllar boyunca “Faşizme geçit yok” diyenlerle “Tek yol devrim” diye kestirip atanlar arasında çok temel bir fark vardı. Bir taraf faşizmin, “gelmekte olan” bir şey olduğunu ve durdurulması gerektiğini söylerken, diğer taraf, faşizmin bu ülkenin yönetme biçiminin temel ve yapısal unsuru olduğunu düşünüyordu. Madrid’i elinde tutanlarla yaklaşmakta olan Frankocu ordu arasındaki ilişkiye gönderme yapan ‘no pasaran’ sloganı Türkiye gerçekliğinde bir yere oturmuyordu, çünkü adına ister faşizm deyin ister başka bir şey, o baskı rejimi, ‘geçit verilmemesi’ gereken bir şey değil, zaten arkamızda, sırtımızda, tepemizde olan bir şeydi ve mutlaka askeri diktatörlükler biçiminde kendini göstermesi gerekmiyordu. Böyle bir rejim, pekâlâ bir parlamento ve yargı, vb. gibi kurumlarla bir arada bulunabiliyordu.
Türkmenistanlı güzel bir abiyle, Hazretkulu ile tanışmıştım geçen yıl; hasta olan abime bakıcılık yapıyordu. Adamla her konuştuğumda televizyon cihazını gösterip “Tamam, bizdeki hem manyak hem hırsız ama sizde bak Halk TV var, bizde bunu yapanın cenazesi bile bulunmaz” diyordu. Tam da bu işte. Hazret abinin anlattığı tam da buydu. Bütün bunlar, bir arada olabiliyordu, olabiliyor.
Teorik tartışmalar bir yana, bir yanından bakınca mesele çok basit aslında. Biz buradayız, burada yaşıyoruz. Adını ne koyarsak koyalım, böyle bir rejim altındayız ve bu rejim, bir araya gelen her üç kişinin tepesine çökmekle, memleketi kocaman bir zindan haline getirmekle ‘demokratik kurum ve kuruluşlar’ı varmış gibi göstermek arasında pekâlâ bir ilişki kurarak yürüyebiliyor. ‘Korunması ve geliştirilmesi gereken’ bir ‘demokrasi’ye sahip olduğumuzu düşünüyorsak eğer, karnını doyurup uyumayı yaşamak zannetmeye ve zincir şakırtılarını duymamak için ‘hareket etmemeye’ razı edilmişsek, sorun yok. Ama ufkumuz bundan daha fazlasıysa, bu bir kopuştur artık ve neyin ‘aşırılık’, neyin ‘fazla ileri gitmek’ olduğu yeniden tartışılmalıdır.
Şebnem Hoca için iktidar trollerinin ve onların ulusalcı ruh ikizlerinin ne yaptığı ne ettiği çok önemli değil. Ama bu taraftaki ‘itidal’ tümörünün gün geçtikçe büyümesi ciddi bir sorun. Öyle ki hiç beklenmedik insanların şu kötü ünlü “iktidara fırsat yaratma” teorisine sarılıp “TTB’ye zarar verme” noktasına kadar savrulduğunu görüyoruz. Ya da mesela, bir yönetmen ödül törenini fırsat bilip üç cümle söylese, “her şeye politika bulaştırmama” mırıldanmaları kaplıyor ortalığı. Sonu da yok bunun. Yarın mesele “şu haberi yapmamak lazım”, “şu yazıyı o kadar sert yazmamalı”, “şu basın açıklamasını şurada değil de filan yerde yapmalı” noktasına kadar varacak.
Kendimizi mi koruyoruz peki? Kurumlarımızı mı? Tamam koruyalım. Nereye kadar ve ne için? Acayip bir planımız mı var? Çok fena bir hazırlığımız var da onun bozulmasından mı korkuyoruz? ‘Fazla hızlı’ gidersek yoruluruz da son düzlükte atak yapamayız diye mi kaygılanıyoruz?
Daha doğrudan soralım: Aman yavaş diyenlerin şapkasında sandıktan başka bir tavşan var mı? O plan da tutmazsa ne olacak peki? Nasıl yaşayacağız bu topraklarda biz? Kürtlerden uzak duralım, ses tellerimizi düşük volüme ayarlayalım, düşürelim, hizadan çıkanları kolundan tutup geri çekelim, hızlı gidenleri uyarıp sakinleştirelim…
Neden?
Neden ve ne için?
Ve daha önemlisi şu: Bizi kışkırtmak istedikleri fikrine nereden kapılıyorsunuz ve ‘sakin’ olmanın bize vaat ettiği zaferden nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Eskiden babam bizim katıldığımız mitingleri kenardan hep izlerdi ve akşamları askerlikten edindiği biricik felsefi yaklaşımını tek cümlede özetlerdi: “Önden gitme göze batarsın, arkada da kalma tekme yersin; ortalarda yürüyene bi’şey olmaz.”
Rahmetlinin zamanında gaz fişekleri yoktu ki. Şimdi öyle mi? Adam namluyu hafif kaldırıp şandelleme yaparak ta öteye, kitlenin orta yerine atıyor gaz bombalarını. Zevk için yapmıyor bunu aslında. Öğrenilmiş şeyler hepsi. Ortalara doğru atıp orayı karıştırırsa, arkadakiler daha arkaya savruluyor genellikle, en öndekiler de aradaki zincir koptuğu için fedailer mangası gibi darbeye açık hale geliyor. Yaşadım, biliyorum. Bi dönüp bakıyorsan arkaya, aman Allahım, kimseler yok ve sen ofsayttasın!
Sonuç olarak, anatomik gerçeklik ortada. Ya iki büklüm oluyorsun ya da kolun kırılıyor.
Ne yapsın çocuklarımız şimdi? Ne kadar ileri gitsinler? Var mı bir tavsiyeniz?
Kol kırılırsa çaresi var da, ya omurgamız eğrilirse, o zaman ne yapacağız?