Ekim ayı, deyim yerindeyse ‘Leyleği havada gördük’ özdeyişini haklı çıkaracak şekilde geçti. Gerçi içinde olduğumuz güz aylarında leylekler sıcak ülkelerin yolunu tutmaya başladılar bile. Biz ise güneydoğudan kuzeybatıya Türkiye’nin farklı vilayetlerini gezmekteyiz.
Ekimin ilk hafta sonunda Diyarbakır ve Mardin’deydik, yani Amed’de ve TurAbdin’de. Aynı ayın son hafta sonunda ise bu kez yollar bizi Kırklareli ve Edirne’ye götürdü. Yani Yunanca adıyla Saranta Eklesias, namı diğer Kırk Kilise ve Adrianapolis’e.
Amed ve TurAbdin gezisinde dört arkadaş kendi belirlediğimiz bir program ve buna bağlı rota belirlemişken, 46 kişiyle katıldığımız Trakya gezisinde tur operatörleri ve rehberinin belirlediği programa sadık kaldık. Bu durum bize Mezopotamya ve Trakya bölgelerinin sosyal dokusu üzerine bolca gözlem yapma fırsatı sundu. İlk tespitimiz ise, her iki bölgede de yoğun bir turizm hareketi yaşandığı oldu. Özellikle iç turizm her iki bölgede de günlük yaşamın belirleyici unsurlarından biri haline gelmiş.
Diyarbakır, özellikle de kentin tarihi dokusunu günümüze taşıyan Sur ilçesi tanklarla yerle bir edilmişken, Edirne’de eski mahallelerin korunuyor olması oldukça önemli. Sur’da tank paletleri, Muş’ta TOKİ marifetiyle yok edilen kent hafızası burada önemli oranda korunmakta.
Restore edilerek yıkımdan kurtulan Sinagogu ziyaret ederken aynı şansa sahip olamayan Ermeni kilisesinin önünden geçiyoruz. Rehber, şimdilerde TC Gençlik ve Spor Bakanlığı Ekrem Demiray Spor Salonu olarak hizmet veren binanın eski Ermeni kilisesi olduğunu anımsatıyor.
Edirne’nin Karaağaç Mahallesi, sınır çiziminde yerel dengelerin ne denli işlevsel olduğunun ilginç bir tanıklığı. Sınırdaş ülkelerde sınır belirleme çalışmalarını o ülkelerin farklı yörelerinden gelmiş askerler ve siyasetçiler yönetir. Hatta çoğu kez, söz konusu ülke insanları yerine yabancı devletlerin diplomatları, yereli hiç hesaba katmadan sınırlar belirlemeye kalkışırlar. Bu bakış açısıyla nehirler veya dağlar çoğu kez doğal sınır olarak belirlenir. Bu arada nehrin iki yakasını ya da aynı dağın iki yamacını içeren köyler veya mahalleler halkının bir günde farklı ülke vatandaşları olması gibi tuhaflıklar oluşur.
Karaağaçlılar, Meriç nehrinin Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye arasında sınır sayılması konusunda bir istisna olmasını dirençle sağlamış ender örneklerden biri. Mahalledeki Lozan anıtı adeta bu istisnanın tescili olarak yükseliyor.
Rehberin anlattığı bu hikâyeyi dinlerken, aklım Rus ve Türk diplomatların belirlediği Ermenistan – Türkiye sınırına takılıyor. Aras nehrini sınır kabul eden bu anlaşmada Ermeni diplomatlar da olsaydı, Ani antik kenti, hiçbir anlam ifade etmediği Türkiye’ye bırakılmaz, bu durum da Türkiye açısından bir kayıp sayılmazdı.
Bizim gözlemimizin odağında ise insan var. Yurdum insanı. Mezopotamya’dan Trakya’ya, Ege kıyılarından Hemşin yaylalarına, Karadeniz sahillerinden İç Anadolu bozkırlarına, Akdeniz’in en doğu sahillerine kadar hem çok farklı kültürel dokuları, hem de en soylu insanlık hallerini gördüğümüz yurdum insanı.
En önemli, cevaplaması en zor soru ise, bunca iyi insanın nasıl olup da yüzlerce yıldır bu denli hoyrat bir devlet yönetimine mahkûm olması.
Yıllar öncesiydi, Çanakkale İHD’nin düzenlediği bir Hrant Dink anmasına katılmak üzere yolum Çanakkale’ye düşmüştü. Anmanın ardından bir kafede sohbet ederken, muhabbet yaklaşan yerel seçimler konusuna yoğunlaştı. İmroz’dan gelen Rum bir kadın, ‘Biz oyumuzu MHP adayına vereceğiz’ dediğinde herkeste bir şaşkınlık belirdi. İmrozlu, oluşan şaşkınlığı olanca yalınlığı ile ‘Adaylar arasında en düzgün olanı o’ diyerek cevaplamıştı.
Türkiye’de siyasi parti aidiyeti de, hemşerilik olgusu da fevkalade yanıltıcı olabilir. Bu ön kabuller bazen değil, genellikle beklenmedik sonuçlara varabilir. Demokrat olmasını beklediğin bir şartlanmadan faşist bir figürle karşılaşmak ne denli olasıysa, tersi de aynı oranda mümkün.
İnsanı aramak için Diyojen gibi gündüz gözüyle fener yakıp dolaşmaya gerek yok, önyargı gözlüklerini çıkarmak yeterli.