Osmanlı bir hanedandı. Padişahlık babadan oğula, o oğul “Deli İbrahim” de olsa geçiyordu. Akla mantığa uygun bir şey mi bu? Bir aile, bütün ailelerden üstün olabilir mi? Olmayacağı için Cumhuriyet “bütün aileler” tarafından kolayca benimsendi.
Benimsendi ama, bu ailelerin toplamından oluşan halk, saltanata karşı ve Cumhuriyet için aşağıdan yukarıya hiçbir zaman ayaklanmadı. Saltanatı yıkmadı. Saltanatı Mustafa Kemal önderliğinde küçük bir asker-sivil aydın zümre yıktı. Bu zümre küçüktü ama en azından Padişah sülalesinden büyüktü. Halk ise daha büyüktü ama gücü hepsinden küçüktü.
Cumhuriyet’in ilanından demokrasiye geçilmesi o nedenle büyük bir gecikmeyle oldu. Eğer halkın büyük bölümü, saltanata karşı ayaklanıp, onu ‘devrim’le yıksaydı, buradan demokrasiye geçiş çok daha mümkün ve muhtemel olurdu.
Nihayet 1946 yılında demokrasiye olmasa da “çok partili” sisteme geçildi.
Nasıl geçildi? Demokratik bir devrimle mi? Bir bakalım.
Saltanata karşı olmayan halk tepkisinin CHP’ye karşı varlığı inkâr edilemez. Ancak bu tepkiyi gösteren Türk halkı, CHP’ye karşı ayaklanmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Ufak tefek tepkilerin dışa vurması dışında, TKP’den başka, bu milletin bağrından ne gizli örgütler doğdu, ne yasa dışı genel grevler patladı, ne kitlesel nümayişler oldu.
İsmet Paşa “çok partili sisteme geçiyoruz” der demez, DP kuruldu ve CHP’ye tepkili halk çoğunluğu bu partiye aktı.
“Demokrasiye” geçiş de tıpkı Cumhuriyet’e geçiş gibi, nispeten küçük bir “asker-sivil zümrenin” tepeden reformuyla mı gerçekleşti? Hayır. Öyle olsaydı, CHP’nin bugün “demokrasiyi de biz getirdik” iddiası haklılık kazanırdı. Biz de bir ara Mihri Belli ağabeyin dediği gibi, bu “asker-sivil aydın zümrenin devrimciliğine”, tümüyle benimsemesek bile, “olabilir” derdik. Cumhuriyet her şeye rağmen “demokratik” bir reformdu, ama “demokrasiye” geçiş, o esnada, artık yeni türedi sermaye ile iç içe geçen bu “asker-sivil aydınlara” dünya durumu tarafından dayatıldı. İsmet Paşa’nın “çok partili” sisteme geçmekten başka yapacağı hiçbir şey yoktu. Tüm devletin de.
Savaşın son günlerinde Türk devleti Almanya’ya karşı göstermelik savaş açtığı halde, neredeyse “savaş suçlusu” ilan edilecekti. Yardımına Truman yetişti. Ve İsmet Paşa savaşın bitişinden bir yıl sonra “çok partili” sisteme geçildiğini açıkladı.
Buna mecburdu. Çünkü “tek partili faşizm” yenilmişti. “Tek partili” komünizm düşman ilan edilmişti. Türk devleti savaş boyunca ikili oynayan “tek partili” sistemle galiplerin tarafından yer alamazdı. İşte o nedenle CHP, kendi içinden, öyle kitle ayaklanmalarının ebeliğiyle değil, en has CHP’lilerin, yani Atatürk’ün Başbakanı Bayar’ın ebeliğiyle DP’yi doğurdu. Onu doğarken boğmak artık mümkün değildi.
“Asker-sivil bürokrasi” DP’nin seçim zaferiyle devlet üstündeki etkisini kaybetti mi? Hayır. Hem Türk devleti, hem de ABD, Türk demokrasisinde bir “denge” mekanizması kurdu. Demokrasi geleneğinden yoksun Türk seçmeninin ve ona dayanan partilerin “raydan çıkmasına” karşı bu “denge” bir fren mekanizmasıydı. İkili bir yapıya sahipti: “Çok partili” sistem, “İslamcıyım diyen İslamcılara, Kürdüm diyen Kürtlere, komünistim diyen işçi sınıfına” sımsıkı kapalı bir sistem olarak kuruldu. İkincisi ise, bu kısıtlamaya rağmen CHP dışında, muhafazakâr seçmene ki, buna o zamanki Kürt halkı da dahildi, dayanan sivil iktidarın “raydan” çıkmasına karşı, on yıllık DP iktidarı döneminde adım adım “askeri vesayet” gerçekleşti. 27 Mayıs darbesiyle de “askeri vesayet” Anayasal kuruma dönüştü.
Sonrasını zaten yaşadınız. Yaşadınız ama bir düzeltme yine de gerekli. “Askeri vesayetten” bugünkü AKP faşizmine geçiş de, İslamcı kitlelerin ayaklanması ile olmadı. Ya da örneğin Gülen Cemaati’nin “konspiratif” örgütlenmesinin “devlete sızması” sürecinde gerçekleşmedi. Bu gelişme, doğrudan doğruya İran’da Şahı deviren sonra Humeyni’nin egemenliğiyle yoldan çıkan devrimin bir sonucuydu. ABD İran’ın Batı’dan kopması ve “radikal islam devrimi ihracı” karşısında Türk devletiyle anlaşarak, ve 12 Eylül darbesine dayanarak “ılımlı İslam” çizgisini uygulamaya koydu. Artık Türk devleti, NATO’ya sadece “Atatürkçü bayrak” ile Ortadoğu’da ve Kafkaslarda hizmet edemezdi. Türk bayrağına yeşil bayrak eklendi. Adına da “Türk-İslam sentezi” dendi. Kemalist asker-sivil zümreden oluşan bürokrasiye “ılımlı İslamcı Cemaat” monte edildi. Bu ikili 12 Eylül’de, Kürt nüfusun, tıpkı İran’da olduğu gibi, hem radikal “Kürtçü”, hem de “radikal İslamcı” potansiyeline karşı en büyük saldırıyı Kürt halkına yöneltti. Solu ezdi, işçi sınıfını örgütsüzleştirdi.
Az sonra da “Radikal” görüntülü Erbakan, “ılımlı” görüntülü Erdoğan tarafından tasfiye edildi ve sonra “ortaklar” arasındaki kavga sonucunda, “Ergenekon’la-Cemaat” nikahı bozuldu, “Ergenekon’la-AKP” nikahı kıyıldı. Şimdi bu “geçici” ortaklık, “Moskova ile NATO” arasında sallanıp duruyor. Yeniden NATO’ya kapılanıp, yeni bir vesayetçi demokrasiye mi dönecek, yoksa yeniden tek partili rejime ve Şanghay’a mı eklenecek? Devletin şimdiki sorunu budur.
Cumhuriyetin 99 yıllık kısa tarihi kanımca böyledir. Bu tarihte Türk milleti özne değil, nesnedir. Yüzlerce yıl, Bulgarlardan, Yunanlılardan, Arnavutlardan, Ermenilerden vs. bir şeyler öğrenemese de, şu ara Kürt halkından ilham alabilir. Türkiye’nin gelecek “yüzyılı”nın ne olacağı, Erdoğan’ın “nutku” tarafından değil, Türk ve Kürt halklarının “özne” haline gelmesi tarafından belirlenecektir.