Siyaset bilimcileri “Modern siyaset medya siyasetidir” derler. Medyanız yoksa başarılı bir siyaset performansı ortaya koymanız da pek mümkün değildir demek isterler. O nedenle de medya sahipliği ile siyasetçiler arasında her zaman yakın ilişkiler olmuştur. Medyanın, özellikle görsel medyanın devletin tekeli altında olduğu zamanlarda tv kanalı ya da kanalları iktidarın bir çeşit borazanlığını yaparlardı. Seksenlerden sonra digital teknolojilerdeki gelişmeler devlet tekeli dışında özel kesimin de medya işine girmesini mümkün kılınca sektörde rekabet koşulları ortaya çıktı. Bu rekabet devlet ve özel sektör kanalları arasında olduğundan daha çok özel kesimin kendi içinde gelişti. Biliyoruz ki bir yerde rekabet varsa, orada tekelleşme eğilimi de var demektir. Nitekim medya sektöründe artan rekabet bütün dünyada hemen her ülkede zaman içinde medya tekellerinin (bunlara iktisat literatüründe oligopol deniyor) ortaya çıkmasına neden oldu.
Batı dünyasında serbest rekabetin varlığı ekonominin olmazsa olmaz koşulu olarak kabul edilse de, herkes bilir ki rekabet aslında piyasanın en büyüğü olmak için girişilen bir eylemdir ve öyle ya da böyle piyasanın en büyüğü olan da bu büyüklüğünün devamı için rekabet koşullarını bozacaktır. Bu nedenle de bu durumu önlemek için yasalarla piyasaları düzenlemek gerekir vs. Bu mantık çizgisi Batı’daki anti-tröst kanunları ve uygulamaları çizgisidir ve günümüze kadar devam etmiştir.
Türkiye’de medya sektörü nasıl yapılanmış diye bakarsak durumun bir demokrasi için korkutucu olduğunu görürüz. Medya Sahipliği İzleme Projesi (MOM) tarafından yayınlanan araştırmaya göre Türkiye’de medya ile ilgili 7 grup var. Bu gruplar içinde Kalyon, Ciner, Albayrak ve Doğuş’a ait medya şirketlerini, gruplar arasında dolaylı bağlarla birbirleriyle ilişkili olduğundan tek bir grup gibi düşünürsek, Demirören, İhlas ve Es Yayıncılık’la birlikte 4 şirket grubu, Türkiye’de bütün medyayı yönlendirmektedir.
Daha da korkuncu Demirören’in Doğan grubunu nasıl devir aldığını, ES yayıncılığın Ethem Sancak’ın olduğunu, İhlas’ın da iktidarla iyi ilişkilerini göz önüne aldığımızda ve bunlara bir de TRT’nin varlığını eklediğimizde diyebiliriz ki hemen hemen bütün Türkiye medyası bugün iktidarın kontrolüne geçmiş durumdadır. Böyle bir gücün özellikle, yine aynı çalışmadan ortaya çıkan bir bulgu olarak inşaattan enerjiye ve madenciliğe kadar çok sayıda devlet ihalesi ile yaratılan bir güç olduğu da anlaşılmaktadır. Böyle bir güç temerküzü dünyanın hiçbir ülkesinde gözlenebilen bir durum değildir.
Diyeceksiniz ki bizde de anti-tröst yasası ve bu yasayı yürüten bir kurul da var. Yani Rekabet Kurulu neden bu duruma müdahale etmiyor? Doğrusu iktidar, Rekabet Kurumu’nun da içinde bulunduğu bütün “bağımsız düzenleyici kurulları” kendisine bağladığından Kurumun bugün, bu duruma müdahale etmek için ne gücü ne de meşruiyeti kalmıştır.
Sonuç olarak AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın girdiği bütün seçimleri kazanıyor olmasında böyle yapılanmış bir medya sektörünün olduğu ortadır. Medyası böylesine tek elden yönetilen bir ülkede herhangi bir iktidarın iktidarını kaybetmesi mümkün değildir. İktidar, devlet ihaleleri yoluyla medyaya egemen olan bu grupları besliyor, bu gruplar da ellerindeki bu medya gücüyle iktidarın iktidarda kalmasını sağlayan bir hegemonya oluşturuyor. Mesele budur. O nedenle de hangi kanalı açarsanız açın aşağı yukarı aynı haberleri, aynı destekleyici yorumları görmeniz mümkün. Ya da hangi gazeteyi açarsanız açın ufak tefek nüanslar dışında aynı manşetleri…
Eğer durum bu ise- bence budur- muhalefet ne yapmalıdır? İşte esas soru da budur. İktidarın var olan medya tekelini kırmak için ne yapmak gerekir sorusu bugün bence muhalefetin üzerinde en çok düşünmesi gereken sorudur.
Bütün bu nedenlerle ben diyorum ki iktidarın aşil topuğu medyadır. Medya tekeli kırılmadıkça da bu ülkede demokrasi ham bir hayaldir.