Türkiye’de İslam dininden olmayan etnik ve dinsel grupların sahip olduğu toplumsal kurumlar, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde oldukça tartışmalı bir tüzel kişilik sorunu yaşadılar. Bu kurumların oluşumunda geçerli olan ‘Millet sistemi’ ve buna bağlı ‘Cemaat hukuku’ ilkeleri, yeni rejimde, özellikle de ‘Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle karşılığını kaybettiğinden, devlet katında el yordamıyla bulunan çözümlere mahkûm oldular.
Devlet, imzaladığı Lozan Antlaşması’yla varlıklarına son veremediği bu kurumları denetlemek üzere onlara vakıf statüsü verirken, var olan vakıf anlayışının olanaklarını sınırlamak üzere özel bir statü olarak ‘Cemaat vakıfları’ tanımıyla ayrı bir çerçeve oluşturdu. Bu tanımla vakıfların sahip oldukları mülk edinme hakları azınlık vakıflarına yasaklanabildi. Vakıflar Genel Müdürlüğü, yaptığı denetimlerde basit harcamalar için dahi kendisinden izin alınmasını talep ediyordu. En küçük harcamaları dahi, örneğin kırılan bir pencere camının değiştirilmesi veya okul sınıflarının boyanması, eskiyen, çatlayan karatahtanın yenisiyle değiştirilmesi gibi sıradan işler bile uzun yıllar boyunca bürokratik engellemelerle karşılaştı.
Son olarak hükümet, 2013 yılında aldığı bir kararla cemaat vakıflarının yönetim kurulu seçimlerini, bu seçimleri düzenleyecek yeni bir yönetmelik çıkaracağı gerekçesiyle askıya aldı. Yönetmelik değişikliğine sebep olan, özellikle İstanbul’da yaşanan demografik değişikliklere bağlı olarak vakıf seçimlerinin mahalli olmaktan çıkarılarak il geneline açılması talebiydi. Dokuz yıl aradan sonra, 18 Haziran 2022 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren yeni yönetmelik, beklentileri karşılamadığı gibi, önceden il bazında seçim yapan beş ‘millî’ kurumun seçimlerini de seçim bölgeleriyle sınırlandırdı. Burada ‘millî kurum’ olarak tanımlanan beş vakfın tüm topluma hizmet sunan hastane, iki yetimhane ve iki lise olduğunu da belirtmek gerekir.
Bu yönetmelik esaslarına göre ilk vakıf seçimi 16 Ekim tarihinde, İstanbul ikinci seçim bölgesi sınırlarında yaşayan Ermeni toplumu üyelerinin katılımıyla Ortaköy Ermeni kilisesi ve okulu için yapıldı. Vakıf yönetimi için yarışan iki aday listeden biri halen yönetimde olanlar, diğeri ise muhalifleri tarafından hazırlanmıştı. 20% gibi düşük bir katılım oranıyla yapılan seçimin ardından kazanan ise, toplumun değişim talebini yansıtır şekilde muhalifler oldu.
Yük katarında lokomotifin ardından giden vagonlar misali, toplumsal yapıda azınlık gruplarının çoğunlukla aynı yolu izlediği bilinen bir gerçekliktir. Türkiye geneline hâkim olan taht oyunları, yolsuzluklar, erk ve güç zehirlenmesi, kayırmacılık, şeffaf olmayan, hesap vermeyen yönetim anlayışı azınlık vakıflarının yöneticilerinde de sıkça rastlanan özellikler olarak karşımıza çıkıyor.
Toplumun karşısına vakıf yöneticisi, hayırsever, dinî önder gibi kimliklerle çıkanların, edindikleri güçle birer oligarka dönüşmelerine tanıklık ediyoruz.
Meseleye Türkiye ölçeğinden bakarsak, yanlış makas değişimiyle çıkmaza doğru giden katarın lokomotifi olarak ülke iktidarını görmemiz doğal. Ancak bakış açımızı genişleterek küresel bir açıdan baktığımızda, neredeyse tüm dünyanın yanlış makas değişimiyle çıkmaza doğru koştuğunu da söylemek mümkün.
Sonuçta üzerinde yaldızlı harflerle ‘Yeni Dünya Düzeni’ yazılı lokomotifin makinist koltuğunda neoliberal kapitalizm oturduğu sürece bu trenin bizi insanca bir yaşama ulaştırması mümkün değil.