Ahmet Türk’ün -benim de bulunduğum bir toplantıda- ifade ettiği “ulus devlet demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez” sözüne katılmamak mümkün değil. Kaçınılmaz olarak bu söz beraberinde “Ulus devlet nasıl demokratikleşir?” sorusunu da getiriyor.
En basit biçimiyle devlet, “sömürü ilişkilerinin kurulmasında egemen sınıfların toplumun diğer kesimleri üzerinde ikna ya da baskı yoluyla tahakküm kurmasına hizmet eden bir iktidar aygıtı” olarak tarif edilebilir. Toplumun küçük bir kesimini oluşturan egemen sınıfın (burjuvazinin) büyük çoğunluk üzerinde kurduğu sömürü ilişkisi sayesinde var olabildiği kapitalizm gibi sistemlerde devletin demokratikleşmesi, ezen ile ezilen (sömüren ile sömürülen) arasındaki tahakkümün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle kapitalizm vb sistemlerde demokrasi mücadelesi, devleti hegemonya aracı olarak kullanan muktedirleri var eden sisteme karşı olmak durumundadır.
Kapitalizmin gelişim sürecinde burjuvazinin egemenliği elde etmesinde ortaya çıkan “tahakküm ilişkisi” çift yönlüdür. Birincisi mülksüzleştirilip, üretim araçlarından uzaklaştırılarak emeğini sermayeye satmaya mecbur bırakılan insanlar üzerinde kurulan tahakküm; ikincisi ise -emperyalizm olarak da ifade edebilebilir- rekabet içine giren ulus devletlerin birbirlerinin halklarını ezmek (doğal kaynaklarına, emek gücüne el koymak ve pazar haline getirmek) üzerinden kurmaya çalıştığı tahakküm ilişkisidir. Ulus devletler eliyle yürütülen her iki tahakküm biçiminde de devlet, bir taraftan kendi ulusundaki emekçi sınıfın sömürülmesi için olanaklar yaratırken diğer taraftan -gücünün yettiği- öteki ulusların halklarını sömürerek sermaye birikimini arttırıp kapitalizmin sürekliliğine hizmet eder. Bunu yaparken de milliyetçilik üzerinden halkları birbirine düşmanlaştırarak bu çift yönlü sömürü/tahakküm ilişkisinin üzerini örtmeye çalışır.
İşte bu nedenle, her düzeyde sömürünün payandası olan ulus devletlerin demokratikleşmesi ancak “ezilen ulusun halkları ve ezen ulusun ezilenlerinin ortak mücadelesiyle” mümkün olabilir. Bugüne kadar defalarca, işçi sınıfının kimi unsurlarının ve ezilen ulusların kendilerini ezen muktedirle (burjuvazi ve/veya ulus devlet) uzlaşma girişimi olagelmiş, olmaya da devam edecek gibidir. Ancak bu girişimler ezilenlerin murat ettiği barışı, demokrasiyi tesis etmek bir yana sömürüyü meşrulaştırmaktan ve muktediri daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, Fransız İhtilali sonrasında imparatorluklar çağının kapandığı ulus devletlerin kurulduğu bir dönemde dağılan Osmanlı’nın içinden çıkmış; 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde kapitalist düzen içinde yer alacağını yani “kapitalist bir devlet” olacağını da beyan etmiştir. Böylece Türkçülük akımının etkisi altında ve İttihat ve Terakki’nin takipçisi olarak varlığını önce Türklük, ardından da Sünnilik üzerinde temellendirmiş; ötekileştirdiği halklara yönelik inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ulusal burjuvazi yaratma gayreti içine girmiştir. Cumhuriyet sadece Ermenileri, Rumları, Kürtleri, Alevileri inkâr etmemiştir. “Sınıfsız ve zümresiz bir toplum” olunduğu safsatasıyla emekçi sınıflar da inkâr edilmiş, işçi sınıfının evrensel kazanımı olan haklar tanınmamış, hak arama mücadeleleri baskıyla engellenmiş ve emek sömürüsünün koşulları devlet eliyle oluşturulmuştur.
“Ulus devletin kuruluş sürecinin gereği olarak kabul edilen inkâr ve asimilasyon politikaları”, Cumhuriyet’in inşasında merkeze konan unsur olmuştur. Uluslararası konjonktür -sermaye birikim rejimindeki birtakım dönüşümlerin ve toplumsal mücadelelerin seyrine bağlı olarak bu politikalarda kimi dönemsel farklılıklar olsa da- özü itibariyle yüz yıldır da değişmemiştir.
Cumhuriyet yüzüncü yılını geride bırakırken, kapitalizmin aşılamayan ve giderek derinleşen krizi önümüzdeki dönemde savaşlarla beraber göç hareketlerinin daha da artacağına, işsizliğin ve güvencesizliğin yaygınlaşacağına, yoksulluğun derinleşeceğine işaret etmektedir. Emek sömürüsünün yoğunlaşacağı bu süreçte ulus devletlerin halkları birbirine düşmanlaştıran politikalarıyla beraber -Avrupa’da ırkçı partilerin aldığı halk desteğinin artmasının gösterdiği gibi- ırkçılık da yükselmektedir.
Dünyada yükselen ırkçılık, kimlik ve sınıflar üzerinden ayrımcılığın devlet nizamı halini aldığı Türkiye’de halklar arasında kutuplaşmayı derinleştirerek iktidarını korumaya çalışan AKP’nin başta Kürtleri ve Alevileri hedef alan ayrımcı politikaları savunmasını kolaylaştırmaktadır. Böylesi bir dönemde daha önceki seçim süreçlerinde olduğu gibi yine “Kürt hareketinin AKP ile işbirliği yapacağı” söylentileri yayılmaktadır. Oysa yirmi yıldır iktidarda bulunan ve inşa ettiği otokratik rejim sayesinde devletin tüm kurumları üzerinde mutlak hakimiyet sağlayan AKP, muktedir durumundadır ve Kürt halkı muktedirle ittifak içinde olmayacağını daha önce pek çok kez göstermiştir.
Muktedir olma durumu AKP gibi Millet İttifakı için de söz konusudur. Bugün muhalefette olmakla birlikte Millet İttifakı partilerinin tümü çeşitli zamanlarda devlet yönetiminde bulunmuş; inkâr politikalarının ya uygulayıcısı ya da savunucusu olmuştur. Yani bu gerçekler göz ardı edilmeden ancak “Türkiye’yi otokratik tek adam rejiminden kurtarmak için Kürtlerin ve diğer ezilenlerin Millet İttifakı oluşumunda başkanlık seçimiyle sınırlı olacak -taktiksel- bir işbirliği” düşünülebilir; ama burada tamamen devletin demokratikleşmesini teminat altına alacak ilkesel düzeyde bir işbirliği olması gerekir.
Kürt halkının bundan önce olduğu gibi yine “Ulus devlet demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez” anlayışıyla muktedirle uzlaşmayarak barış ve demokrasi mücadelesini inatla sürdüreceğine kuşku yoktur. Diğer ezilen halklar ve ezen ulusun ezilenleriyle yapılan Emek ve Özgürlük İttifakı da bu niyetin açık ifadesidir.