Seçimleri kazanıp iktidara gelmek isteyen muhalefet partileri, sınır ötelerinde sürdürülen operasyonlar ya da Mersin polisevi eylemi gibi her somut olayda, Kürt sorununu demokratik yollardan çözecekleri konusunda hiç güven vermiyorlar
Hüseyin Aykol
1992 yılının başlarında medyamızdaki yeni furya, PKK lideri Abdullah Öcalan ile röportaj yapmaktı. Belli başlı köşe yazarları ve TV program sunucuları, Bekaa’ya gidiyor ve yaptıkları Öcalan röportajlarını gazetelerinde ya da televizyonlarında uzun uzun yayınlıyorlardı. Böylece, Öcalan ile ilgili pek çok ayrıntıyı da öğreniyorduk. Örneğin meğerse Öcalan, o dönemde Avrupa’da çok başarılı olan Galatasaray futbol takımını tutuyormuş ve maçlarını hiç kaçırmıyormuş!
O günlerde, haftalık gazetemiz Yeni Ülke’nin iç ve dış toplam tirajı 50 binleri bulmuştu ve haftalık gazetenin okurlarımıza yetmediğinden hareketle günlük gazete çıkarma arayışındaydık. Ben günlük gazetenin kuruluşunda gerekli olan paraya destek olsun diye düzenlenen dayanışma geceleri için Avrupa’ya birkaç kez gitmiştim. Gazetemizde de diğerleri gibi Öcalan ile bir röportaj yapma kararı alınınca, Avrupa’da tanıştığım kimi kişilerden bu konuda yardım talep ettim.
Söz konusu kişilerin yardımı ile Öcalan röportajı yapabileceğim ortaya çıkınca, bir gün Şam’a uçtum. Anlaşmamıza göre, söz konusu saatte Şam havaalanına inince, oradan biri beni karşılayacak ve benim Öcalan ile röportaj yapmamı sağlayacaktı. Kimi aksaklıklar olsa da, sonunda Bekaa’da Öcalan ile buluştum ve röportajımı yaptım. Oldukça uzun bir görüşme olmuştu. O anda sorduğum tüm soruları elbette hatırlamıyorum ama en aklımda kalan husus sorduğum bir soruya Öcalan’ın verdiği cevaptı:
Niçin bunca insan PKK’ye katılıyordu. Yani NATO’nun ikinci büyük ve güçlü ordusu karşısında ne yapılabilinirdi ki? Yani işin sonunda büyük ihtimalle ölüm vardı. PKK, saflarına katılıp, dağlarda savaşanlara ne vaat ediyordu ki, insanlar oluk oluk Bekaa’ya geliyordu. Öcalan önce partilerinin ideolojisini anlattı uzun uzun. “Bize inanıyorlar ve devlete, düzene karşı savaşmak üzere buraya geliyorlar” dedikten sonra, “Benim ve partimizin iknasından daha çok, devlet gönderiyor buraya onları” diye bitirdi sözünü.
Şoke olmuştum! Nasıl yani, diye mırıldandım. Şöyle anlattı: Devletin neredeyse kuruluşundan beri uyguladığı inkarcı, asimilasyoncu zihniyete işaret etti. Kürtlere, onların kimliğine yönelik baskılara değindi. Kürt gençleri bulundukları yerlerde kimliksiz ve köle gibi yaşamaktansa, buraya gelip, özgürleşiyorlar. Burada özgürleşenler, kendi topraklarını, kendi insanlarını özgürleştirmek için köylerine, dağlarına dönüyorlar ve orada savaşıyorlar. Bu uğurda ölenlere, aileleri başta olmak üzere Kürt halkı çok büyük saygı duyuyor, dedi.
‘PKK’yi kaç kez bitirdik’
Tarihi biraz ileri saralım: Yıl 2010. Bu kez, öbür tarafı dinleyelim. Dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Star Televizyonu’nda gazeteci Uğur Dündar’la konuşuyor. “Niçin Türkiye, 26 yıldır terör örgütünü yok edemedi” sorusu üzerine, Başbuğ, bunun çok sık karşılaştıkları bir soru olduğunu belirtiyor.
Orgeneral Başbuğ, “terörle mücadele ve bölücü terör örgütüyle mücadelenin, birbiriyle bağlantılı; ancak farklı şeyler olduğunu” ifade ederek, “Terörle mücadele dediğiniz zaman kapsamlı bakmak zorundayız. Terörle mücadelenin içinde güvenlik boyutu var. Bu güvenlik kuvvetlerine ait. Ekonomik boyut var, sosyo-kültürel boyutlar var, eğitimden tutun da sağlık boyutuna kadar. Psikolojik harekat var, bazıları bunu sevmiyor. Uluslararası boyutu var. Güvenlik kuvvetleri olarak biz hangi bölümde görev yapıyoruz? Güvenlik alanında. Güvenlik alanında sorumluluğumuz nedir? Çok açık. Teröristler neredeyse arayıp bulup etkisiz hale getirmek” diye konuştu.
Diğer görevlerin devlete, kurumlarına, topluma ve sivil toplum örgütlerine düştüğüne dikkati çeken Başbuğ, şunları söyledi: “Güvenlik alanında, 1984’ten 2010’a kadar 26 yıl geçti. Ne oldu? Olaya şöyle bakmamız lazım. Terörle mücadeleyi rakamsal, istatistiki değerlendirmelerle yapmak pek doğru değil. Buna katılıyorum. Bazen rakamlara, istatistiki bilgilere de ihtiyacımız var. ’40 bine yakın terörist etkisiz hale getirildi’ dediniz, doğrudur. Rakamları biz verdik. 30 bini etkisiz hale getirildi. Biz öldürüldü deyimini bile pek kullanmıyoruz. Etkisiz hale getirildi, diyoruz. Biz, olaya insan odaklı bakıyoruz. Bu öldürülenlerin bir kısmı bizim vatandaşımız. Şimdi 26 yılda, 30 bin teröristi etkisiz hale getiriyorsunuz, 10 bin de yaralı, teslim olan var. Toplam 40 bin. Örgütün dağ kadrosu yıllara göre değişiyor, ortalama 6 bin diyoruz, en fazla 10 bine çıktı. Şu anda 4 binler civarında. Ortalama 6 bin dersek, 30 bini 6’ya bölerseniz, 5 bin çıkıyor. Matematiksel olarak baktığımızda 26 yılda, güvenlik kuvvetleri 5 defa bu PKK terör örgütünü bitirmiş. Bu bir tespittir.”
Orgeneral Başbuğ, “örgütün insan kaynağına, finans kaynağına ve güvenli sahaya hayati derecede ihtiyaç duyduğu”na işaret ederek, “Bu üç şeyi çözemezseniz, bu süreç maalesef uzuyor” dedi. “İnsan kaynağı… Terör örgütüne katılımları kontrol altına almanız, engellemeniz lazım. Terör örgütüne bir yandan zayiat verdirir, dağdaki kadroyu küçültürken, katılımlar devam ediyorsa…”
PKK’ye katılım sürüyor
Özetle dönemin Genelkurmay Başkanı, “Biz elimizden geleni yapıyoruz ama katılımlar engellenemediği için PKK’yi bitiremedik, bitiremiyoruz” diyor. Peki bu silahlı mücadelenin sürdüğü yaklaşık 40 yılda, devlet aklının PKK’ye katılımları önlemek için bulduğu formüller ve uyguladığı politikalar ne oldu?
Eskiden Kürt falan yoktu; onlar karlı dağlarda yürürken kart-kurt sesi çıkaran Türklerdi. Neyse ki, şimdi artık Kürt halkı var! Kürtçe diye bir dil de yoktu ama o da şimdi var! Kürtler kendi aralarında kısık bir sesle falan anadillerinde konuşabilirler ama eğitim dili asla kabul edilemez. Kürtlerin kültür kurumları 1990’lı yıllarda açılabilmişti ama yine kapatılma furyası altında.
Defalarca kapatılsa da, Kürtler son 30 yılda kendi sorunlarını önceleyen siyasi partiler kurup, meclise girdiler. Seçilmiş vekilleri, seçilmiş belediye başkanlarını görevlerinden almak ve hatta onları uyduruk gerekçelerle hapse atmak, sadece iktidarın ‘milli sporu’ değil, muhalefetin de hayırhah gördüğü bir yaklaşım oldu. Nitekim 2023 yılında seçilip, meclise gelseler bile, kendi kimliklerine saygı gösterilmesini isteyen Kürtler ‘haşa bakan olamaz’ diyen iktidar adayı parti yetkilileri bile var.
Mersin polisevi eylemi
Tüm bunları neden anlattım: 26 Eylül 2022 Pazartesi günü, Mersin’de bir polis binasına saldırı oldu. Hemen saldırıya katılan eylemcilerden birinin yıllar önce bir Kürt gazetesinde çalışmış biri olduğu açıklandı. Söz konusu kişinin CHP’nin o dönem hazırladığı bir tutuklu gazeteciler broşüründe de adının geçmesi üzerinden, saldırıdan CHP’nin sorumlu olduğu öne sürüldü. Bir yandan “CHP’nin gazetecisi polis öldürdü” manşetleri atılırken, şehirde CHP’li belediye çalışanlarına yönelik kimi gözaltılar başlatıldı.
Bunun üzerine CHP yöneticileri büyük telaşa düştüler ve “Biz bize gelen mektupları yayınladık. Onun ‘terörist’ olabileceğini nereden bilebilirdik” şeklinde sözler geveledikten sonra, “İyi ama o teröristi bilmem kaçıncı yargı paketiyle siz serbest bırakmışsınız” diyerek kendilerini savunmaya kalktılar. Bırakın iktidarı, muhalefet bile ortaya çıkan güvenlik zaafiyetini konuşmadı; konuşmak istemedi. İktidar, kendi yetmezliğini CHP üzerinden muhalefete yönelik bir algı operasyonuna çevirmeye kalktı.
Ancak polisevine yönelik eyleme katılanların kimlikleri PKK tarafından açıklanınca; hatta eyleme katıldı ve orada kendini patlattı denilen kişinin yaşamakta olduğu, bizzat kendisiyle yapılan röportaj ile ortaya çıkınca, iktidarın algı operasyonu çöktü. CHP, kendisine yönelik bu operasyondan kurtulduğu için sevindi ama iktidarı on yıllardır sürdürülen güvenlik odaklı sorun çözme yönteminin sonuç vermediği yönünde eleştirmeyi akıl edemedi. Bunu tartışmaktan çekindi.
Meselenin özü tartışılmıyor
Kürt sorunu dağa çıkanları teker teker ya da toplu olarak öldürmekle çözülmüyor. Bakın bir genelkurmay başkanınız da teşhis etmiş: PKK’ye katılımlar sürdükçe, bu işin sonu yok! Ovada siyaset yapanları da, siyaset yapmaktan alıkoyarak da sorun çözülmüyor. Partilerini kapatıyorsun, yenisini kuruyorlar. Parlamenterini, belediye başkanını içeri atıyorsun. Yenilerini seçip Ankara’ya gönderiyorlar. Dağdakini öldürürken de, ovada siyaset yapanı ekarte ederken de, kendi yasalarını ve hatta anayasanı ihlal ediyorsun; ihlal etmek zorunda kalıyorsun. Devlet olarak çürüyorsun!
Anketlere göre ilk genel seçimlerde iktidara gelmesi beklenen muhalefet partilerinin halka önerdikleri ‘güçlendirilmiş parlamenter rejim’ aslında bu çürümüşlükten bir nevi çıkış planı oluyor. Devlet yeniden organize edilecek. Yani yasama, yargı, yürütme organları yeniden olması gerektiği gibi çalışacak. Bizler yani dördüncü kuvvet medya da bu süreçte kendi rolünü oynamak istiyor ama bu konuda da umutlu olmak için galiba çok erken. Neden mi?
İktidara gelmek isteyenler, tamam devleti hiç olmazsa Avrupa ayarında bir burjuva devlet olarak yeniden organize etmek istiyorlar. Ancak Kürt sorununu çözmeden, bu ülke ne demokratikleşebilir ne de refaha kavuşur. Yeni iktidarın da Kürt sorununu demokratik yollardan kalıcı olarak çözmek diye bir derdi olmayacaksa -ki Mersin polisevi saldırısı sonrasında içine düştükleri durum hiç de olumlu işaretler vermiyor- vah insanımızın vah ülkemizin haline!
Gazeteciler dağa çıkar mı?
Mersin’deki polisevi eylemine katıldığı iddia edilen birinin bir zamanlar gazetecilik yapmış olmasından hareketle iktidar “biz zaten onların terörist olduğunu hep söylüyorduk” havasına bürünürken; muhalefet de “valla biz onun mektubunu yayınladık. Terörist olduğunu bilsek, raporumuza alır mıydık” şeklinde bir savunma geliştirmeye çalıştı. Hatta söz konusu kişinin mevcut iktidar tarafından tahliye edilmesini şiddetle eleştirdi. Velev ki, adı geçen kişi, gerçekten de eyleme katılan kişilerden biri olsaydı; neden aklınıza bir zamanlar gazetecilik yapmış biri, nasıl oluyor da, düz ovada siyaset yapmak yerine dağa gitmeyi tercih ediyor, diye sormak gelmiyor?
Özgür Basın geleneği olarak, 33 yıldır burada gazeteler çıkarıyoruz. Bu dönemde, kaba bir hesapla 3 bin civarında çalışma arkadaşımız yani gazetecimiz oldu. Binleri bulan arkadaşlarımız arasına yolu dağa çıkanlar oldu. Örneğin ülkemizdeki günlük gazetelerde genel yayın yönetmenliği yapmış ilk kadın gazeteci olan Gurbetelli Ersöz, dağa gitmeyi tercih edenlerden biriydi. Neden mi gitti? Bir gün, bir grup arkadaşıyla gazetemizden gözaltına alındı, işkence edildi ve aylarca hapis yattıktan sonra çıktığı ortamda sık sık rahatsız edildi güvenlik güçlerince. Legal ortamda artık çalışamayacağını görüp, yolunu dağa çevirdi…
Aramızdan yolu dağa düşen başka arkadaşlarımız da oldu. Ancak Gurbetelli örneği, meramımı anlatmaya yeter herhalde. Gurbetelli Ersöz -onun doktor kardeşi gibi- dağda öldü; daha doğrusu öldürüldü. Gerçi öldürülmek için dağa da çıkmaya gerek yok ülkemizde. 50 gazeteci ve dağıtımcı arkadaşımız Türk devlet aklınca öldürüldü; tıpkı Kürt halkından binlerce faili meçhul gibi.
Aslında sadece gazeteciler değil, doktorlar, mühendisler ve nice meslek erbabı gitti ve gidiyor dağa. Yani buralarda iyi para kazanabilecekken; kendisine epeyce zengin bir ortam hazırlayabilecekken, dağa gitmeyi tercih ediyorlar. Dağa gidenlerin sadece işsiz güçsüz gençlerle, genç-çocuk yaşta evlendirilmeye karşı çıkan genç kadınlar olduğu ‘tespiti’nden hareketle, “bölgenin ekonomik olarak geri kalmışlığı giderilirse, kimse dağa gitmez” politikası önerilmişti bir zamanlar hatırlarsınız. (Gerçi bu politikaya bile uygun davranılmıyor. Bölgeye yapılan her yatırım, oranın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini Batı’ya aktarmak ve güvenlik amaçlıdır; mesela asfalt yollar gibi…)
Nitekim bir gazeteci olarak Kandil’e her gittiğimde oralarda nice ‘tesisler’ gördüm. Diş hekimleri ve operatörlerin de bulunduğu hastaneler, dikimevleri, matbaalar… Küçük nehirlerin bazı yerlerine kurulan neredeyse portatif barajlarda üretilen elektrikle çevre köylerin aydınlatılmasını, ekolojik hayvancılık ve tarımın geliştirilmesine yapılan katkıyı da görünce, buradakiler önerdikleri yaşamı kendileri için burada örgütlemişler, demiştim. Sanırım tüm halklar ve dini topluluklarla kardeşçe bir arada yaşama önermelerini de şimdi Rojava’da yaşama geçiriyorlar.
Kürt mühendisler, doktorlar ve -evet- gazeteciler niçin dağa gitmeyi tercih ediyor, diye düşünmeye başlamadan Kürt sorununu anlayamaz ve çözemezsiniz! Elbette çözme diye bir derdiniz varsa…