Veli Saçılık
10 Ekim 2015’te Türkiye tarihinin en büyük kitle katliamlarından biri gerçekleşti. 10 Ekim’den önce gerçekleşen HDP Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırı ve 7 Haziran 2015 seçim yenilgisi hemen sonrası gerçekleşen Suruç Katliamı devletin derinliklerinde dizayn edilen alacakaranlık kuşağının başlangıç belirtileriydi. Başlatılan topyekûn savaş konseptini sadece AKP’nin seçim yenilgisiyle açıklamak durumu doğru analiz etmemize engel bir bakış açısına sebep olur. Her şeyden önce söz konusu katliamların IŞİD saldırısı olmaktan öte, IŞİD’in üzerimize salınması olduğu gerçeğinin altını çizmemiz gerekiyor. IŞİD militanlarını sevk ve idare edenler, canlı bomba eylemini yapacak olanların sağ sağlim eylem alanına ulaşmasını sağlayan kişilerin resmi bir görev icra ettiklerini mahkeme tutanaklarında daha da net olarak gördük. Bombalar katliam alanlarına taşınırken istihbaratın bütün süreci takip ettiğini, canlı bomba eylemi yapacak kişilerin hedefe ulaşması amacıyla arama noktalarının kaldırıldığı katliam davası avukatlarının titiz çalışması sonucunda ortaya çıktı.
Diyarbakır, Suruç ve 10 Ekim Gar katliamlarının tasarlanma biçimlerinin benzer olmasından öte, katliamlar gerçekleştirildikten sonra polisin yaralı ve ölülerin üzerine gaz bombası atarak, basınçlı su sıkarak ölü sayısını arttıracak şekilde davranması âdete katliamın altına atılmış bir imza gibiydi. En ufak üzüntü belirtisi göstermeyen AKP-MHP taraftarlarının katliamlardan mutluluk duyduklarını ve yalandan da olsa baş sağlığı dilemediklerine şahit olduk. Havuz medyasının organize biçimde yürüttüğü “kokteyl örgüt” propagandası, Melih Gökçek meczubunu kriminolog edasıyla kanal kanal gezdirerek “katliamı kendileri yaptı” yalanını yaymaya çalışmaları bir plan dâhilindeydi. Demokratik mücadelenin vazgeçilmezi sokaklar kana bulanarak, korku imparatorluğu kurarak, AKP-MHP’nin (kelimenin gerçek anlamıyla) terörcü koalisyonu inşa edildi.
Korku imparatorluğu kurmak ve emekçilerin ve Kürt halkının her türlü kazanımlarını berhava ederek mutlak teslimiyeti dayatmak yalnızca AKP’nin planı ve becerisi olamazdı. “Devlet Aklı” denen derin yapının sağlı-sollu bütün birimleri bu sürece aktif katılım gösterdi. 6-8 Ekim Kobanê Direnişi, Kürtlerin ulusal bilincinin eriştiği noktayı göstermesi bakımından eski ve yeni devlet sahiplerini dehşete düşürdü. 15-16 Haziran büyük işçi ayaklanması sonrası devletin “tehlike” karşısında giriştiği reorganizasyona benzer biçimde 6-8 Ekim bir milat kabul edildi. Barış sürecini bozan şeyin (yaygın biçimde ifade edildiği gibi) “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla alakası olduğu iddia edildi. Hâlbuki Irak’tan sonra Suriye’de de Kürtlerin bir statü kazanmak üzere olduğunu ve 6-8 Ekim Kobanê Direnişi’nde sınırları ortadan kaldıran Kürt ulusal bilincinin geliştiğini gören devletin esas sahipleri telaşa kapılarak AKP’yi kurtarma ve MHP’yi iktidar ortağı yapma zarureti hissetiler. 6-8 Ekim’de ortaya çıkan “tehlike” nedeniyle iktidardan düşmek üzere olan AKP’ye yeniden iktidar yolu açıldı, derin devletin gayrimeşru çocuğu MHP’ye iktidarı kontrol etme görevi verildi. Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan rejimin renk tonajında yapılan küçük ayar sonucu İslam-Türk sentezi tedavüle konuldu. Geçmişin apoletli-apoletsiz seküler devletlûları ezeli düşman belledikleri AKP ile sarmaş dolaş hale gelerek anti Kürt, karşı devrimci Saray Rejimi’nde buluştular.
AKP-MHP faşizmi koşullarında Suruç, 10 Ekim katliamlarının yıldönümlerinde yapılmak istenen anmalara polisin hunharca saldırısının, katliamlarda can verenlerin mezar taşlarının bile kırılmasının açık bir anlamı var elbette. “Derin Devlet” yapılanması olduğu bilinen Gayrinizami Harp Bürosu’nun (namı diğer: Kontrgerilla) korku imparatorluğu yaratılması amacıyla yeniden tedavüle konulması sıradan bir tercih değil. “Barış sürecinde oylarımız düştü” diyen AKP ile barış ortamının emekçilere, Kürtlere avantaj kazandırdığını gören “devlet akıllılar” barışı kana bulamanın kendilerine yarayacağını hesap ettiler.
Bunca katliam ve baskı varken barış için mücadele etmenin pasifist bir politika olduğu fikri yanılgısına kapılmamak gerekiyor. Barış istemek aktif mücadeleye katılımın ta kendisi, militarist egemen siyasete karşı isyanın başlangıcı olageldi bu coğrafyada. Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda aramıza salınan bombaların barış mücadelesini gerilettiği bir gerçek. Egemenin şiddetine, zorbalığına direnmenin fiili-meşru türlü yöntemlerini yadsımamakla birlikte, büyük kitleleri barışa ikna etmek (katilleri değil) ve zorbaların elinden silahı alabilmek devrimci bir mücadele yöntemi olmaya devam ediyor. Suruç, 10 Ekim ve bütün katliamlarda yitirdiklerimiz aktif barış mücadelesin birer değeri olarak unutulmayacaklar. Onlara sözümüz BARIŞ olsun.