“İnsan yaşamı, hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir.”
Abdullah Öcalan
9 Ekim 1998, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı devletler arası bir komplo sonucu Suriye’den ayrılmaya zorlamanın üzerinden yirmi dört yıl geçti. Öcalan’ın Suriye’den ayrılışı ve 15 Şubat 1999 günü Kenya’nın başkenti Nairobi’den İmralı Ada Zindanı’nda ağır bir tecrit altına alınmasıyla yeni bir dönemi başlattı, 9 Ekim. Komplo üzerinde başta Öcalan olmak üzere çeşitli çevreler çok sayıda değişik değerlendirmeler yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Son 24 yıl içinde Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve dünyada köklü toplumsal ve siyasal gelişmeler oldu. Komplo ve tutsaklığın bu gelişmeler üzerindeki sonuçları anlamaya çalışıldı. Komplonun bir yanı buyken, diğer bir yanı ise belki de en önemlisi olan bir ada cezaevinde tek başına, üstelik ağır nemli bir ortamda Öcalan nasıl yaşayabiliyor? Sadece biyolojik yaşamını sürdürmekle yetinmiyor; yeni bir paradigmayla 3.Dünya Savaşı’nı anlamlandırıyor ve çözüm seçeneğini ortaya koyuyor. Zindanın ağır tecridi altında bütün bunları hangi düşünce ve yaklaşımla başarabiliyor? Bu sorunun cevabını yine Öcalan’dan uzun bir alıntıyla ortaya koymak, kamuoyu açısından daha anlaşılır olabilir.
Alıntı şöyle;
Öcalan, “Dayatılan mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı ayakta durmayı, çürümemeyi, zihnim ve iradem belirleyecekti… Şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” …
Bir aşığı düşünün: Aşkı için ilk çıkışı yapmış ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardaki özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi, toplumsal özgürlük alanlarında âdeta eritmiş, ‘ben’ diye bir şeyi pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci, böylesi bir anda başlamıştı…Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce, öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu bireysel özgürleşme, toplumsuz gerçekleşemezdi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü, tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı, Kürt toplumuna uygulayınca algılamam oydu ki Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı, edebî bir anlatım olarak sunmuyorum, tamamen yaşanan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlaki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini, mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir! Bu ikna çabası, sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında ama imal edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirilir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal bireycilik, ancak ahlaki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla ilişkisinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hâkim yaşam biçimi olarak sunulması, doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist sistemin ancak ahlaki toplumun çözülmesi ve hakikat algısını yitirmesiyle mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunu üzerinde yoğunlaşmamın bir sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım. Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış ve tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım gereği, kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdır. Kaçışı daimi teşvik edicidir. Ahlaki ilke tam da burada devreye girer. Bireysel kurtuluş pahasına kendi toplumundan kaçış, ne derecede doğru veya iyidir? Üniversitenin son sınıfına kadar gelebilmek, aslında o dönemde bireysel kurtuluşumun da garantiye alındığı anlamına geliyordu. Tam da bu dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi, ahlaki ilkeye dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum, Kürt olmayıp başka bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka bağlanmalısın ki, ahlâklı bir birey olabilesin. Benim ahlâksız bir birey olamayacağım açığa çıkıyordu. Burada ahlâk kavramını, Etik yani Ahlâk Teorisi anlamında kullanıyorum. Yoksa ilkel ahlakçılıktan, örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline bağlanış, ancak Etik olarak ahlâkla mümkündü. Kürtlerin mutlak köle hali (ki, halen öyledir), benim, “Özgür Yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı, kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim, içinde özgür yaşayacağım bir dünyam yoktur! Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta, dışarıdaki tutsaklığın, birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin, kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması, büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) Varlık ve Özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde Varlık ve Özgürlük Savaşçısı olmakla mümkündür. Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması, savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam, koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüme hazır olmak veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak, yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, Varlık ve Özgürlük Savaşı’nın her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan Özgür Yaşamın bir gereğidir…İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın, orası her zaman karanlık bir zindandır.
İkinci kavram, birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı, hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar, niçin yaşadıklarını doğru kavramışlarsa, herhangi bir yerde yaşamak kendileri için sorun olmaz. Yaşam, sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece Yaşamın Yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür, Yoz Yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı, hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi, büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda, evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan, özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir. Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir Hakikat Savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok Söylem ve Eylem geçerliyken, cezaevinde Anlam geçerliydi… Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam, tecritle oldukça ilişkilidir demem mümkündür. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları bulunduğunu, tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle ulus-devletçiliği aşmak, benim için çok önemliydi…Toplumsal Doğa, Uygarlık ve Modernite üzerinde yoğunlaştığımda, bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını, Sınıflı Uygarlığın bir tortusu ve kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış azami Toplumsal İktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla reddetmekte tereddüt etmedim… Reel Sosyalizm, ulus-devlet kavramını aşamadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için başka tür bir ulusçuluğun, örneğin Demokratik Ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünememiştik…Hakikat algısı, bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal hatta fiziki ve biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü, başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır” diye değerlendirir.
Roma sürecinde en çok üzerinde düşünülen, yoğunlaşılan ve tartışılan konu devletler arası komplonun nasıl boşa çıkarılacağına ilişkindir. Komployu boşa çıkarma arayışları fazla umutvar değildir. Hemen başvurulan her kapı sıkıca kapatılmaktadır. Öcalan’ın bu umutsuzluk ortamında sıkça vurguladığı; “Yaşamım boyunca hep küçük bir ışığa gittim. Çünkü hazır hiçbir şey yoktu” der. Nitekim en ağır mutlak tecrit altında küçük bir ışık keşfeder. O da AİHM yoludur.
Çoğu çevre Öcalan’ın her hak ihlalini AİHM’e taşımasını verilecek cezayı hafifletme veya tecridi ortadan kaldırma gibi olgulara dayandırmaktadır. Ancak gerçek bu değildir. Öcalan, AİHM’e her başvurusunu savunmalarını ciltler halinde kitaplarla yaptı. O kitaplar Öcalan’ın yeni paradigmasını dış dünyaya taşımasını sağladı. Küçük bir ışıktı bu yol ama onunla Özgürlük Hareketi’ni yeniden yapılandırdı; bu temelde bilinen gelişmeler yaratıldı, düşüncesi yerkürede karşılık buldu. Jina Amini’nin İran’da katledilmesi üzerine “Jin, Jiyan, Azadî” sloganının yeryüzünde yankılanması Öcalan paradigmasının çözüm gücünü açığa vermektedir. Küçük bir ışık ama büyük gelişmeler; anlayana!