Bugün 9 Ekim 2022. Uluslararası komplonun 24 yılı doldu ve yarın 25’inci yılına girmiş olacağız.
Ve dünya durumundan kaygılananlar şimdi Öcalan’ın “umut hakkını” tartışıyor ve nükleer savaş tehlikesi yaratan ortama karşı Chomsky gibi dehalar Öcalan’ın özgürlüğünü talep ediyor.
Neden? Bu yazı “neden” sorusunu cevaplayacaktır.
Öcalan’ın ünlü Diyarbakır Newrozu’ndaki konuşması, bugün çok daha iyi anlaşılıyor. Öcalan Rojava devriminin karşı karşıya olduğu tehlikeleri çok önceden görmüştü ve Türkiye’de birtakım reformlar temelinde silahlı mücadeleden barışçı mücadeleye geçme karşılığında Rojava devriminin zaferini garanti altına almayı hedeflemişti. AKP ile yaptığı müzakerede Öcalan Türkiye’deki askeri yolu barışçı yolla değiştirmeyi, buna karşılık “kırmızı çizgim” dediği Rojava devrimine karşı da Türk devletinin askeri yola başvurmamasını esas almıştı.
Newroz konuşmasının tarihi 21 Mart 2013’tü.
YPG güçleri bundan yaklaşık bir yıl önce, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’yi, bir gün sonra da Efrîn ve Derik’i özgürleştirmişti.
2013 ile 14 yılları arasında PYD Başkanı Salih Müslim Ankara’ya resmi davetli olarak gitmiş ve Türk devleti ile bir dizi görüşme yapmıştı. Öcalan’la AKP arasındaki müzakerelerin Rojava açısından nasıl sonuç verdiği iyice anlaşılsın diye o sırada AKP’nin resmi gazetecisi Abdülkadir Selvi’nin bir yazısından şu alıntıyı yapalım:
“Br devlet yetkilisi, ‘PYD ile uzlaşmak mümkün. IŞİD ile PYD arasında çok büyük fark var. PYD’nin rasyonel ve muhatap alınabilecek bir aktör olduğunu düşünüyoruz. Rasyonel davranırsa uzlaşma mümkün’ demişti. PYD konusunda gelinen son aşamayı, Ankara’nın da rasyonelleşmesi olarak görmek mümkün. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Salih Müslim Ankara’ya davet edilmişti. Ankara’nın politikalarıyla uyumlu olduğu taktirde Ankara’da temsilcilik açması gündeme gelmişti.”
PKK Önderi’nin HPG güçlerinin Türkiye dışına çekilmesine ilişkin politik kararı, genel olarak Rojava devrimiyle ilişkilendirilerek hak ettiği ölçüde değerlendirilemedi. O nedenle de Öcalan’ın stratejik politikası da kimi çevrelerde yeterince anlaşılamadı.
Oysa bu stratejik politika Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun, hatta Ortadoğu’da yoğunlaşan 3. Dünya Savaşı’nın Avrupa’ya sıçramasıyla oluşan dünya durumunun bugünkü haline bakıldığında çok daha iyi anlaşılabilir. Buna birazdan temas edeceğim.
PKK’nin askeri savaşı sonlandırması ve Türk devletinin de Rojava’yı resmen olmasa bile fiilen tanıması temelindeki mutabakat “vesayetçi derin devletin” yıkıcı direnişi ile karşılaştı. 2014 yılında MGK’nda kararlaştırılan “çöktürme planı” doğrudan bu mutabakatı hedef almıştı ve aynı yıl PYD, YPG ve YPJ “terör örgütü” olarak tanımlanmıştı. “Vesayetçi derin devletin” etkisi altında olan CHP de mutabakatın karşısına dikildi. Kemal Kılıçdaroğlu o dönemde yaptığı bir grup toplantısında Rojava’yla kurulan ilişkiler nedeniyle Mahmut Tanal’a direktif vermiş ve bu direktif temelinde Tanal o dönem Başbakan olan Davutoğlu ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu hakkında “teröristlerle işbirliği” yaptıkları gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu.
Nitekim 2015 yılı başında Ergenekoncularla uzlaşan Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddetmiş, daha sonra “tertip” olduğu anlaşılan “iki polisin öldürülmesi” bahanesiyle savaşı yeniden başlatmış, ardından da Rojava’ya karşı işgal ve ilhak harekatlarına girişmişti.
Eğer Öcalan’la AKP arasındaki müzakerelerle varılan, tekrar edeyim, Türkiye’de PKK’nin askeri mücadeleyi sonlandırması ve devletin de Rojava’yı resmen olmasa da fiilen tanıması temelindeki mutabakat devam etseydi, bunun sonuçları nasıl olurdu?
Birincisi, bugün Türkiye’yi derin bir ekonomik krize sürükleyen Kuzey Kürdistan’da ve Güney Kürdistan’da süren savaş son bulmuş olurdu. Güney Kürdistan Barzani’nin ihanetiyle Türk devletinin fiilen dominyonu altına girmezdi. Irak devleti şimdi olduğu gibi bölünmenin eşiğine gelmezdi. Ölümler ve tutuklamalar olmazdı. Türk devleti NATO ile Şanghay İşbirliği Teşkilatı arasında bugünkü acıklı duruma düşmezdi. Enflasyon ve kur başını alıp gitmez, halk fakirleşmezdi. İkincisi, Suriye ile Türkiye düşmanlaşmazdı, Tük devleti Arap Baharı’yla alanlara çıkan kitleleri ÖSO’yu ABD’yle birlikte “eğitip donatmak” yerine Esad rejimiyle anlaşmaya yöneltirdi. Böylece beş milyon Suriyeli Sünni-Arap nüfus Türkiye’ye mülteci olarak gelmezdi. Üçüncüsü, bu yolla Suriye iç savaşa sürüklenmez, DAİŞ muazzam bir imkan kazanmazdı. Böylece Suriye’ye Rusya’nın ve Amerika’nın müdahalesi de gerçekleşmezdi. Bu müdahalenin yarattığı küresel gerginlik bir ölçüde geriletilebilirdi. Dördüncüsü, bütün bu sonuçlar Birinci ve İkinci Korfez savaşlarıyla başlayan dünya savaşını o anda sona erdirir, dünya durumundaki yeni barışçıl atmosferde Ukrayna krizi de müzakereler yoluyla çözüme kavuşturulabilirdi.
Sanırım bu özet bile 2013 Newrozundaki konuşmanın hem tarihi anlamını ve hem de bugüne dönük muazzam pratik önemini anlamak için yeterlidir.
Çeyrek asır önce gerçekleştirilen uluslararası komployla neler kaybettiğimizi bu komplonun yıldönümünde gelin, hep birlikte bir kere daha düşünelim.