Amedspor’la Batman Petrolspor’un Diyarbakır’da oynadığı son maçın videolarını izlediniz mi hiç? İzlemediyseniz izleyin bence. Çoktandır kirletilmiş olan yeşil sahalarda az rastlanan çok ilginç bir şey yaşandı o gün. Maç Diyarbakır’daydı ve Amedspor seyircisi Bursaspor maçından ötürü yasaklıydı. Tribünler tamamen boş değildi ama. Deplasman maçına gelmiş kalabalık bir Batman Petrolspor taraftarı grubu, stadın bir köşesinde konuşlanmıştı ve Batman’ın taraftar grubu olan ‘Yarasalar’ın lideri gibi görünen biri, iki takımın futbolcularına da seslenerek, “Bizim için Batman neyse Amed de odur. Bugün burada futbolun kardeşlik ve dostluk olduğunu göstereceğiz” diyordu.
Sonrası daha da güzeldi. Batman seyircisinin sık sık Amedspor’u destekleyen sloganlar atması, kendilerine gol atan Amedspor futbolcusu Mansur’u tribünlere çağırması, maç sonunda da (2-0 yenildikleri halde!) iki takımı birden tribüne çağırıp kutlaması…
***
Bu Kürt topuna ben pek girmiyorum ya, iki üç gündür ortalık toz duman giderken la havle çekip kendimi frenliyorum ya, hep bu Batmanlılar ve onlar gibiler yüzünden işte! Demirtaş-HDP meselelerine balıklama atlayanlar da maçı izleseler ne dediğimi anlarlardı sanıyorum. Kürtlerin işleri bir tuhaf çünkü. Taçları, kornerleri, ofsaytları filan bir başka çeşit. Kendine özgü dinamikleri ve ilişki biçimleri var; çeşitli alanlar ve kurumsallıklardan oluşan bir yapıları ve onlar arasındaki hukukun tezahür biçimleri var. Şimdiye kadar böyle yürüdüler, muhtemelen bundan sonra da böyle yürüyecekler. Tabii ki HDP’yi ve genel olarak muhalefet cephesinin gidişatını etkileyen bir konuda herkesin kendi sözünü söyleme hakkı var ama onların da kendi sorunlarını kendileri çözmek gibi bir dertleri var. Dıştan ‘ayar’ verilmesinin tam tersine etki yarattığı durumlar var.
Yetmiyor bazılarına bu kadarı, biliyorum. Büyük bir kesimde kötü niyet aramıyorum, tamam. Komplo teorilerini genel olarak sevmem, şu şöyle diyor ama aslında şunu demek istiyor diye düşünmemeye çalışır, kimin ağzından ne çıkmışsa onunla yetinmeye çalışırım. Ama HDP’nin yanından, kapısından geçmeyen insanların kenardan köşeden meseleyi köpürtmeye çalıştıkları da çok açık. Görülüyor zaten bunlar. Üstelik memleket de buna müsait. Öte yanda ise “Şahinler ve güvercinler”, “emperyalizmin böl-yönet politikaları” gibi klişeleri cümle içinde kullanabilen herkesin ‘Ortadoğu analizcisi’ sayıldığı bir sosyal medya ortamı var. Bazen çığırından çıkıyor her şey.
***
Baştan, meselenin esasından alarak biraz toparlayalım mı?
Aslında her şey çok basit. HDP demokratik alanda siyaset yapan bir parti ve programı itibarıyla bir dizi sorun alanına müdahil olsa da, önüne koyduğu en temel hedeflerden biri Kürt sorununun onurlu bir barış yoluyla çözüme kavuşması. Bunun bir sonucu olarak HDP, uzun süredir devam eden ve çok cana mal olan savaş ortamının sona ermesini, bu savaşın bütün muhataplarının bir an önce açık, şeffaf müzakereler sürecine girmesini istiyor; kendisini de bu sürecin önemli ayaklarından biri sayıyor. HDP, sorunun çözüm platformu olarak Meclis’i işaret ediyor; ancak meselenin bu kadar dar bir paranteze sıkıştırılamayacağını, savaşın bir tarafının lideri olan Öcalan başta olmak üzere tüm muhatapları kapsayan bir yöntemin gerekli olduğunun da altını çiziyor.
Dolayısıyla HDP’nin, herhangi bir silahlı eylemi alkışlaması, desteklemesi, vb. söz konusu olamaz. Bu, onun gerçekliği ve öyle ucuz diplomasi filan da değil. Sorunun bir an önce barışçıl ve demokratik çözüme kavuşturulmasını isteyen bir parti olarak HDP, can kayıplarına yol açan savaşın herhangi bir tezahürüne olumlayıcı yaklaşamaz, bu onun samimiyetinin de göstergesidir. Şimdilerde unutuluyor ama ben dönüp geriye baktım, küçük bir arşiv taramasıyla siz de rahatça görebilirsiniz, HDP, daha önce de, özellikle sansasyonel bazı olaylarda, şiddeti onaylamadığını açıkça ortaya koymuş ve her seferinde de akan kanın bir an önce durması, bir an önce müzakere ve çözüm yoluna girilmesi yönünde açıklamalar yapmıştır. Yani bu bakımdan ortada yeni bir şey yok.
Sorun burada değil zaten. Sorun, hızla 7 Haziran sonrasına ve Ceylanpınar olayına kadar uzanan bir düşünme biçiminin Mersin vakasına özel bir ‘büyük oyun’ anlamı yüklemesinde. Asıl tartışma konusu da o zaten. Bu düşünme biçimi, AKP’nin aynı geçmişte olduğu gibi bu olayı büyük bir savaş seferberliğine vesile yapacağı, böylece seçimlere kadar uzanan bir kaos ortamı yaratacağı varsayımına dayanıyor.
O zaman, şu basit soruyu sormak gerekiyor sanırım: Türkiye’de yıllardır devam eden çatışmalı süreç açısından 26 Eylül tarihi ile 25 Eylül ya da 27 Eylül tarihinin nasıl bir farkı var?
Örneğin, yürümekte olan bir çözüm ve müzakereler süreci mi var? Çatışmanın muhatapları arasında gidip gelen heyetler, mektuplar mı var, bir ateşkes mi ilan edilmiş? Ya da böyle şeylerin olacağına dair somut, elle tutulur işaretler mi söz konusu? Bunlar varsa eğer, evet, o zaman burada bir ‘oyun’ oynandığına dair ciddi şüpheler duymak mümkündür. Ama durum böyle değil. 40 yılı aşkın süredir devam eden çatışma süreci bir yana, özel olarak Dolmabahçe masasının devrilmesinden sonra başlayan kanlı süreç devam ediyor ve Mersin burada ayrıksı durmuyor. Hâlihazırda hem Türkiye sınırları içinde, hem de Federe Kürdistan bölgesinde (Kuzey/Doğu Suriye’yi saymıyorum bile) çatışmalar bütün şiddetiyle sürüyor ve her gün iki taraftan da kayıplar açıklanıyor. Yani, ben de dahil olmak üzere hepimiz Mersin vakasının doğru olup olmadığı konusunda fikir yürütebiliriz elbette ama dünden farklı olan bir şey yok ortada. Bir süreç var, devam ediyor. Aynı sürecin bir devamı olarak Nagihan vuruluyor mesela, bir gün sonra da Kobanê YPG komutanlarından biri öldürülüyor.
Altını çizerek söylüyorum, iyidir-kötüdür, doğrudur-yanlıştır, o ayrı konu. Şiddetle ilgili genel tartışmalara da hiç girmiyorum, girmem. Ama sorun şu ki, Şark cephesinde yeni bir şey yok.
O zaman, bir soru daha gerekiyor. Yusuf Ataş sorusu. Yusuf Ataş, bir piyade astsubay çavuş. Mersin’den birkaç gün sonra Zap’ta yaşamını yitirdi ve iktidarda da muhalefette de Mersin olayı kadar etki yaratmadı. Neden? Sadece o da değil, Pençe-Kilit denilen operasyon başladığından beri birçok kayıp haberi geliyor; neredeyse rutine bağlanan bir durum var. Bakın, Zaho’daki kıyımı ya da Suriye’deki sivil ölümlerini söz konusu bile etmiyorum; sadece Türkiye’nin resmi güçlerinin can kayıplarından söz ediyorum. Çatışmalar ve ölümler var ve sıradanlaşmış durumda bütün bunlar, öyle değil mi?
Biraz ağır olacak ama maalesef gerçek şu: Zap-Metina filan ta ‘oralarda’ bir yerdedir, Mersin ise, burada! Asıl gerçek tam bu işte. Sevgili Ali Ergin Demirhan’ın geçenlerde yazdığı gibi, tümüyle seçime kilitlenmiş ve artık her şeye o pencereden bakan bir düşünme biçimi, ‘oralarda’ olanı siyasal ortamı etkileyecek bir şey olarak görmezken, ‘buralarda’ olanı seçim sürecinde ‘tatsızlık’ yaratabilecek bir sorun olarak görüyor. Tam da anketler şöyleyken böyleyken, tam da iktidar ekonomik krizin etkisiyle puan kaybederken, tam da muhalefet ittifaklar filan kurarken, ‘nereden çıktı bu’ diyor bir kesim. Buna karşın konunun fiziki muhatabı olan diğerleri de, ‘bir yerden çıktığı yok, zaten vardı, siz yakına gelince gördünüz’ diyor.
Devrimci demokratik güçler açısından bu ikilemin çözümü biraz daha kapsamlı, seçime endekslenmemiş bir düşünme biçiminden geçiyor.
Kürtler açısından ise aslında ortada ciddi bir sorun görünmüyor. Onlar an be an yaşıyor çünkü olup biteni ve zaman zaman farklı değerlendirmeler ortaya çıksa da yaşanan olgu, zaten ölçü çizgilerini kendisi yaratıyor. Olup biten büyük bir kriz gibi görünürken ve dıştan savrulan ‘şahinler-güvercinler’ yorumları havada uçuşurken Süleymaniye’de olup bitenler meseleyi kuş cinsleri meselesi olmaktan çıkarıp gerçek hayata intikal ettiriyor. Dolayısıyla şunun yanındayız-bunun yanındayız gibilerden özel bir ‘ayar’ ihtiyaç da bulunmuyor. Dahası, bir noktadan sonra bütün bunlar muhalefet cephesinin tümüne zarar verecek bir sorumsuzluğa dönüşebiliyor. Kürtler tartışırlar, dövüşürler, sonra dönüp işlerine güçlerine bakarlar ama bu arada korkarım ki, muhalefet cephesinin toplamı zarar görür, kırılmalar yaşanır. Asıl sorun da bu zaten.
***
Bana sorarsanız, ben ne şahine ne güvercine bakmadan direkt ‘yarasalar’a odaklanmış haldeyim. Kuş olup olmadıkları şüpheli gerçi ama yaptıkları şey, çok yol gösterici sanki. Kendisine iki gol atan takımı alkışlayıp bağrına basmak, varılan bilinç noktasını göstermiyor mu?
Ha, maçlardan sonra gecenin ikisine kadar süren şu ‘oynat uğurcuğum’lu penaltıydı, değildi filan tartışmalarına gelince. Ben hiç izlemiyorum ki onları, düğmeyi çevirip kapatıyorum. Ay onlara kalsa ne doğru dürüst futbolcu var memlekette, ne de teknik direktör, boş verin gitsin. Maç sahada oynanıyor ve oynanacak. Siz isterseniz bunu sokak diye anlayın; aynı şey.