Özgürlüğü bireysel mi yoksa kolektif mi arıyoruz? Kurtuluş bireyselleşmede mi kolektif ruhta mı? Düşünce tarihi bize kolektif yani toplumsal kurtuluşun doğru olduğunu söylüyor.
O halde özgürlük ve iktidara bu saik üzerinden anlam vereceğiz, çünkü Gordion’un düğümü bu noktada çözülüyor.
İktidar kavramı ile Foucault kadar uğraşan az kişi vardır dense yeridir. Çünkü temel uğraşlarından biri bu kavramın gelişimi ve deşifresidir. Kendisinin 1975-76 yılları arasında College de France’de verdiği dersler, 1997 yılında “Toplumu Savunmak Gerekir” başlığı ile kitaplaştı.
Bu eserde toplumu savunmak gerek diyor çünkü iktidar yeminli özgürlük düşmanıdır. Çünkü iktidar durmaksızın sorar, bizi sorguya çeker, durmadan soruşturur, kaydeder, gerçeklik arayışını kurumsallaştırıp meslekleştirir, ödüllendirir, mahkûm eder, belirli bir yaşam ve nihayetinde ölüme, ölme biçimlerine zorlar. İktidarı çözümledikçe örselenen toplum gerçekliği ile karşılaşırız. Kitapta verilen on bir derste barışın nasıl tersyüz edildiği, toplumun nasıl hiçleştirildiği, savaşların neden ve nasıl, hangi araçlarla sürdürüldüğü analiz ediliyor. Devletlerin doğuşuna yol açan şeyin savaş olduğunun altını çiziyor. “Bizleri doğal zorunluluklara ya da düzenin işlevsel gereklerine inandıran unutuşların, yanılsamaların ya da yalanların altında savaşı bulmak gerekir: O savaşın şifresidir” der…
Bu derslerde, toplum üzerinden hayata geçirilen (bin bir sinsi yöntemle) “savaş modelinin” anlamını araştırıp, “direniş” olgusunu iktidarın karşısına çıkarırken; olaya hukuk olarak bakmaya itiraz eder. Bir savaş gerçekliğinin çıktısı olarak bakar. Foucault’a göre iktidar ve direniş ilişkilerinin mantığı hukukun değil savaşın mantığıdır. Savaşı, politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olarak belirten Clausewitz’in deyişine de şerh koyarak; “politika, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir” çizgisine çeker.
Bu açıdan iktidarın baskı, savaş, ekonomik, hukuki, felsefik, disiplinci, tarihsel, normsal, dinsel formlarına tek tek bakar, bakma gereği duyar. En sonunda da “biyo-iktidara” varır. Yani toplumsal çokluğun, çoğulculuğun eğilip bükülerek, cezalandırılarak, bir bedene indirgenerek bireyselleştirilmesi… Bu şekilde oluşturulan biyo-iktidar ile doğumdan ölüme kadar birey iktidara maruz kalır. Böyle bir atmosferde, böyle bir yaşam alanında “kopukluklar” yaratmak çok kolaydır. Birey toplumdan kopartılmıştır. Kopukluğun adı ırkçılıktır. Yaşam ve ölüm arasındaki kesinti haline (kopukluğa) yerleşen ırkçılıktır ve ırkçılık anti-toplumcu bir dışavurumdur: Çünkü ilk işlevi parçalara ayırmaktır. Yaşamak istiyorsan ötekini öldür felsefesini hayata sokar. (Toplumu belirsiz, kaos hali olarak gören Hobbes’çu anlayışın liberal tonlarını burada iliklerimize kadar hissederiz. Kapitalist modernitenin ideolojisi liberalizm, toplum kimyasını bozup dağıttıkça yaşama şansı bulur.)
***
Tarihi bir iktidar yoğunlaştırıcısı olarak gören Foucault, iktidarın toplumu dağıttığı, gözeneklerine sızdığı gerçekliğine direniş hakikati ile çözüm bulduğuna yazının başında değinmiştim. Fakat bunun yöntemini kitaptaki derslerden derinlikli olarak bulmak mümkün değil. “Toplumu Savunmak Gerekir” yapıtında, toplumu biyo-iktidar ve devlet ırkçılığından korumaya çalışır. Ortaya çıkarmaya çalıştığı şey bunun gelişim süreci ve topluma sirayetidir. Başa dönersek, Bilge’nin bu kavramın zorluğuna, kendini aklama gücüne dikkat çektiği noktada, toplumu savunmanın ciddi bir iş, direniş, olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü toplumu savunduğumuz oranda özgürlüğe ve kurtuluşa yaklaşıyoruz…
Bu anlamda ‘toplumu’ savunan başka çalışmalara da bakmakta fayda var. Bu konuda antropolojik çalışma yapan Clastres ve Barclay’ı anmak gerekir belki… Haftaya devam edeceğim.