Ertuğrul Kürkçü
“Birgün [Erdoğanla müzakere etmek] zorunda kalırsam bundan gurur duymazdım […] Gene de […] bu, duygularımla değil, Suriye’nin çıkarlarıyla ilgili, dolayısıyla çıkarlarımız nereye yöneliyorsa ben de oraya yönelirim.”
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar el-Esad 2019 sonlarında İtalya’nın kamu yayıncısı RAI News 24 kanalının genel yayın yönetmeni Monica Maggioni’yle yaptığı söyleşide “Uzun vadede Erdoğan’la bir görüşme planınız var mı?” sorusunu böyle yanıtlamış.
Şimdi yeniden hatıra gelmesi, Erdoğan’ın Suriye bahsinde “bir gece ansızın oraya geliriz” diye esip gürlemekten “bir maniniz yoksa beraber kahve içseydik” havasına dönmesinden. “Devlet adamlığı” Esad’ın veciz ifadesiyle bu işte: “Tiksinerek” kahve içebilmek yeteneği.
Abdülkadir Selvi’nin süsleye püsleye sızdırdığına göre, Erdoğan “Keşke,” demiş, “[Esad] Özbekistan’a gelseydi, görüşürdüm.” Ardından sanki çok derdiymiş gibi Esad’ın “Suriye’nin büyük topraklarını koruyamadı[ğından], ülkenin “bölünmek üzere” olduğundan dem vurmuş: “Beni dinleseydi böyle olmazdı.”
“Söyleyene değil söyletene bak” diye boşuna denmemiş. Erdoğan, Mayıs sonunda “Güney sınırlarımız boyunca 30 km derinlikte güvenli bölgeler oluşturmak için başlattığımız çalışmaların eksik kısmıyla ilgili adımları atmaya başlıyoruz” yollu tek taraflı ve hiçbir mücbir sebebe dayanmayan bir savaş ilanında bulunurken, dünyadan şu kadarcık bir ışık almış olsa, şimdi başka şeyler konuşuyor olacağını hayal etmişti mutlaka. “Paradigma”, “yeşil ışık” için Soçi’de kapısını son bir umutla çaldığı Putin’den “başka kapıya” mesajını aldığından beri değişti.
Erdoğan Soçi’den dönüş yolunda “başka kapı”nın neresi olduğuna dair baklayı ağzından çıkarttı: “[Sayın Putin] burada şunu bize ima ediyor; ‘Mümkün olduğunca bunları, rejimle birlikte çözme yolunu tercih ederseniz çok daha isabetli olur’ gibi bir yaklaşımı var.”
O günden beri, “Esed”, “Esad”; Erdoğan da “barış” ve “denge” meleği olduysa nedeni, Suriye’deki güç denkleminin değişmiş, Erdoğan’ın dayandığı zeminin çökmüş olması. Ne var ki, o günden beri Esad’ın da Erdoğan gibi Putin’in “B” planına karşı boş olmayacağını gösteren işaretler artmaya devam ediyor.
Doğrusu, iki ülke statükosunun da “B planı” için zihin cimnastiğini eksik etmediğini Beşar el-Esad’ın zamanında hak ettiği ilgiyi görmemiş olan mülakatındaki şu cümleleri ele veriyor: “[Erdoğan’la görüşüp görüşmemek], duygularımla değil, Suriye’nin çıkarlarıyla ilgili, dolayısıyla çıkarlarımız nereye yöneliyorsa ben de oraya yönelirim.”
İşlerin bu noktaya gelmesi, Erdoğan ve Türkiye askeri ve politik nizamı için bir taktik gerilemeye Esad ve Şam yönetimi için bir taktik ilerlemeye tekabül ediyor. Erdoğan’ın durup dururken lafı “Esad’ın Suriye’nin büyük topraklarını koruyaması”na getirmesi aslında Ankara’nın Suriye’de kontrol ettiği 8 bin kilometrekareye yakın toprağı Esad’a devir zamanının gelmekte olduğunu hissettiğini dışa vuran bir “lapsus”.
Ne var ki Türkiye-Suriye ilişkilerindeki bu taktik değişiklik, müzakereye konu topraklarda, yani Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi (AANES) içinde yaşayan, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu topluluklar için bir ilerlemeye tekabül etmiyor.
İki ülke arasındaki “güvenlik” eksenli müzakerelerin, bakanlar ve birbirlerinden “tiksinen” liderler düzeyine yükseltilmesi, Suriye’nin çoğulcu, çok kimlikli, çok kültürlü, demokratik ve insan haklarına saygılı bir yeni düzene ulaşmasının önünü açmaktan çok bu imkânı dolambaçlı bir yoldan kapatmayı hedefliyor. Putin ve Lavrov, Ankara’nın Rojava’ya yönelik yıkıcı askeri istilasının önünü keserken, Erdoğan’ı Özerk Yönetim alanlarının güçlenen Suriye ulus-devletiyle işbirliği içinde ortalığı velveleye vermeden eritilmesi imkanının mevcudiyetine ikna etmekle meşguller.
Şam yönetimiyse, taktik planda sınır bölgelerinde Ankara’ya karşı SDF ile çalışırken, stratejik planda Özerk Yönetim’den kendisini özerk kılan her şeyi terk etmesini istemekten geri durmuyor.
Erdoğan’ın Rusya’yla uzun erimli diğer çıkarları dolayısıyla Putin’in attığı yemi yutmuş gibi görünmekten, Esad’ın da “geniş topraklar”a yeniden egemen olmak için “tiksinerek” de olsa Putin’in pişirdiği yemeği Erdoğan’la birlikte yemekten başka çareleri kalmamış olabilir. Ancak, Putin’in pek kurnazca görünen stratejisinin Kürt halkının azmini, kendi kaderini tayin hakkı bilincini ve çetin savaş koşullarında geliştirdiği sürüncemeli mücadeleleri sürdürme kapasitesini hiç hesaba katmadığı ortada.
Eğer Putin’e yol gösteren, Çarlık’tan miras Rus “devlet aklı”, ulusal sorunları çözmeye yetseydi, bu akıl çoktan Kremlin’i Ukrayna’yla meselelerini çözmek için ülkeyi işgal ederek Rusya’yı bir nükleer savaşın eşiğine getirmekten daha “akıllıca” bir seçeneğe yöneltmiş olurdu. Putin’in Ukrayna işgaline başlarken Lenin’e saldırarak, Ukrayna’nın bir millet ve ülke olarak var olma ve kendi kaderini tayin hakkının Lenin’in Rusya’nın başına açtığı bir bela olduğunu ilan etmesi boşuna değildi.
Sovyetler Birliği’nin dağılma ve Rusya Federasyonu’nun kurulamama tarihi Lenin’in milletlerin bir devlet altında özgür birliğinin ancak ayrılma hakkı dahil olmak üzere milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkına en yüksek saygıyla kaim olduğu ilkesinin doğruluğunun en canlı kanıtı olmaya devam ediyor. Kürtlere bu yüksek ilkeye somut koşullarda hayat veren dahiyane “Konfederalizm” formülü yol gösteriyor. Esad ve Erdoğan’a ise Putin’in büyük devlet şovenizmi.
Putin’in kılavuzluğunda buraya kadar…