Ender Öndeş
Ben hep böyle geriden geliyorum galiba. Gerçi çok da fark etmiyor, birbirini tekrarlayan gündemler sürdükçe, yakaladım-kaçırdım diye bir endişeye yer yok. En son Gülşen meselesi vardı değil mi? Yok, sonra Tarkan da eklendi üstüne, daha önce de hiç üşenmeden ta Adem-Havva’ya kadar gidip Sezen’e vurmuşlardı. Bir de ölenler oluyor arada, acilen dönüp geçmişte ne falsosu vardı diye bakmamız gerekiyor, yorucu işler…
Yalnız bu arada, her seferinde pek güçlü ‘birlik-beraberlik’ çağrıları çıkıyor ortaya, o biraz sıkıntılı sanki. Herkes birbirini A meselesinde ya da X kişisine yapılanlar konusunda ‘amasız-fakatsız’ davranmaya çağırıyor. Sorun alanları bakımından bu doğru; en azından çok temel bazı alanlar için. Örneğin işkence meselesi böyledir. Aması fakatı filan yoktur; çok rahatça, hiç kompleks yapmadan ‘kim yaparsa yapsın’ da diyebiliriz bu konuda. Düşünce özgürlüğü de böyle mesela; hatta orada bile ırkçılık, faşizm, kadın cinayetlerini övme gibi ayrıksı noktalar var. Kadına şiddet ve onun biçimleri konusunda da “ama canım o da şöyle yapmasaydı” gibi bir cümle kurmayız, kurmamalıyız.
Ama ilkeler ve temel sorun alanları konusundan detaylara, somut insanlara ya da gruplara, örgütlere doğru geldiğimizde durum bu kadar net değil. Gülşen’in istediğini giyme, istediğini söyleme özgürlüğünü tartışmasız olarak savunuruz, evet ama onun başka bir toplumsal sorunda takındığı tavrı unutmayabiliriz. Bunu o anda, zehir hafiye tarzıyla bulup iktidarın yaptığı baskı ve haksızlığın önüne çıkarmayız belki ama biliriz, hatırlarız. Bu önemli. Ayrıca, bazı toplumsal kesimlerin şerh hakkı da vardır. İktidar şimdi örneğin A holdinginin üstüne yürüse mesela, bu durum, onun yaptığı HES’ler konusunda köylülerin ve ekolojistlerin konuşma hakkını hiç ırgalamaz, ben de kendi payıma o holdingin işletmelerindeki işçilerin ücretlerine ve sendikal özgürlüklerine gözümü dikerim.
Toplumsal kesimler konusunda daha uç örnek olsun, yarın tutup Akit, Sabiha Gökçen’in kadınlığını da hedef alarak dümdüz gitse mesela, biz konuya cinsiyetçilik alanı üzerinden yine bakarız ama Kürtlerin, özellikle de Dersimlilerin (hatta hepimizin!) bu meseleye ‘amasız-fakatsız’ yaklaşmasını nasıl bekleyebiliriz? Öyle bir dünya yok yani!
Daha da uçlaştıralım, örneğin (ulusalcı bayram çocukları dışındaki) sosyalistlerin ve Kürtlerin Mustafa Kemal hakkındaki fikirleri belli. Ama şimdiye kadar ben, ne devrimcilerin ne de Öcalan dahil Kürt siyasal hareketinin temsilcilerinin Mustafa Kemal’in ailesi, özel hayatı konusunda abuk sabuk şeyler söylediğine tanık olmadım. Bu, Akit gibilerinin bolca yaptığı şeydir mesela ve biz, en sert ifadelerle saldırdığımız biri konusunda bile politik alanın dışına çıkmayız; bir adamın annesi hakkında hakaret içeren sözcüklere de, (bir milyon tane ‘ama’ ve ‘fakat’ ile) karşı çıkarız. Çünkü ilke başka bir şeydir; onu esnetemezsiniz, esnetirseniz omurganız kalmaz.
Bu böyle.
Fakat öte yandaki sıkıntı şu: Her güncel olguda, bizi, hepimizi, ‘amasız-fakatsız’ davranmaya çağıran ‘birlik-beraberlik’ cephesinin aşırı homojenlik çağrısı, gerçekçi olmadığı kadar kendi iddiasının tersine bölücüdür de. Ben, bir kişiye, bir gruba yapılan haksızlığa ve baskıya (haksızlığın ve baskının kendisine, faşizan içeriğine!) karşı çıkmakla, o insan hakkında kafamda var olan soru işaretlerini ve ‘ama’ları muhafaza etmeyi çelişkili bulmam. Niye çelişkili olsun ki? Niye bu kadar yüzeysel ve tek yönlü olmalıyım? Karşıya bir hedef tahtasına Erdoğan fotoğrafını yapıştırıp, geri kalan herkesi okul çocukları gibi kol hizasına sokmak neden gerekli olsun?
Yani, muhalefet diye adlandırdığımız amorf bir topluluktan söz ediyorsak eğer, bu topluluk, ‘taş gibi bir birlik’ yerine ‘amalı-fakatlı’ ama bir arada durmakta kararlı bir toplama alışmak, katlanmak ve onu asgari zeminlerde muhafaza etmek zorunda değil mi? Üstelik de bu birlik, içinde var olanların farklılıkları gereği, kavgalı-çatışmalı bir birlik olmak zorunda değil mi?
Yani, ‘Faşizme karşı omuz omuza’ sloganını yanlış anlamamak gerekiyor kanımca; orada bir Japon yapıştırıcı kullanılmıyor! Omuz yine herkesin kendi omzu, omuz üzerindeki kafa da, onun içindeki fikirler de bize ait şeyler. Biz, bu farklı kafaları ve onları taşıyan omuzları yan yana getirip az çok belirgin bir hedefe varmak istiyoruz. Bundan daha fazlasını talep etmek, insanlara ve kitlelere oyun hamuru muamelesi yapmaktır ve asıl bölücü olan da budur. Ayrıca bu, insanların ve insan topluluklarının değişim diyalektiğini de es geçmek olur. Bir X alanında iktidarın yaptıklarına tepki gösteren kişi, hayatın bütün diğer alanlarında eşzamanlı bir aydınlanma patlaması yaşamayabilir, yaşamıyor da zaten. Bu süreç, toplumsal hareketle ilgili bir şeydir. Biz, o X alanındaki tepkiyi önemseriz, alır heybemize koyarız, daha fazlası için çabalarız ama bu arada övgülerde de ipin ucunu kaçırmayız. Tamam, Pasolini “çölde her şey mucize etkisi yaratır” diyor, eyvallah ama serap denilen yanılsamanın da çöl ortamına dahil olduğunu biliriz.
Bakın, ‘liyakat’ kavramını sık duyacağımız bir geleceğe giderken, meseleyi biraz daha uç bir noktaya götüreyim, biraz daha kanırtayım isterseniz. Bugün, bu memlekette AKP’nin gadrine uğramış bir sürü işkenceci polis var. Mesela ben, şahsen de ‘tanıştığım’ için biliyorum, yaşasaydı eğer Necdet Menzir’in en azından malum alkol sorunundan ötürü AKP sevgisi dışında kalabileceğini düşünüyorum. Buyurun hadi! Haksızlığa uğramış bir insan! Eh, bana ‘ufak-tefek’ şeyler yapmışlığı var ama nasıl davranmalıyım acaba?
Bu örneğin çok uç olduğunu biliyorum. Gerçi Sri-Lanka’da daha uç olanları var, Tamil Katliamı’na liderlik eden eski generallerden bazıları en son muhalefet cephesindeydi örneğin.
Tabii ki bu kadar uca gitmeden de tartışabiliriz, bilerek zorluyorum sınırları.
Yoksa, ilkeler ve temel sorun alanları konusunda bir problemimiz yok; ama bu toplamı iktidara karşı olan her konuda birbirine sımsıkı yapıştırmak (ve tam yapışmayanı da ‘iktidara hizmet’le suçlamak) pek hayırlı bir iş değil. Hatta bu, HDP için de doğru değil. Zaten HDP herkes yatağını yorganını yüklenip buraya gelsin, memlekette bizden başka kimsecik olmasın demiyor, dememeli. Pekâlâ onun dışında durarak da genel muhalefet cephesinin bir parçası olunabilir; HDP’ye karşı bir ittifak kurmuyorsanız eğer!
***
Daha fazla uzatmadan bir başka yazıda belki daha iyi anlatılabilecek bir gözlemle bitireyim. Benim görebildiğim kadarıyla şu anda hayatımızda iktidar kaynaklı üç tür şiddet var:
‘Konsantre şiddet’ olarak adlandırılabilecek olan birincisi, rejimin kendisine yakın tehdit olarak gördüğü güçlere yönelik gösterdiği gaddarlık, imha hareketi biçiminde ortaya çıkıyor. Başta Kürt hareketi olmak üzere devrimci örgütlerin yöneticileri, kurumları, partileri bundan nasibini alıyor.
İkincisi, büyüme ve gelenek yaratma riski olan potansiyel alanlara yöneliyor. Kent merkezlerindeki protesto gösterileri, meşru eylemleri merkeze taşıyan işçi direnişleri, öğrenci örgütlenmeleri, Cumartesi Anneleri, festivaller, konserler, bunların hepsi, insanların bir araya gelerek ne kadar çok olduklarını gördükleri, yan yana durarak neşelendikleri özgüven pekiştirici alanlar.
Üçüncüsü ise ‘rasgele’ (gibi görünen) şiddet ve bana sorarsanız en kötüsü.
İlkine karşı koymak, gerekirse sonuçlarına katlanmak, devrimci görevin bir parçası ve zaten bu şiddet, korkutma amacı taşımıyor, orada korku yaratamayacağını biliyor. İkincisi, mutlaka kitlesel olarak göğüslenmesi gereken çok önemli bir başka alan. Ama üçüncüsünün asıl amacı, vatandaşa “X’e bile (Örn. Gülşen) bunu yapan bana ne yapmaz” duygusunu vererek ve Silivri’nin meteorolojik durumunu hatırlatarak ürküntü yaratmak. Ve üstelik bu tür, trollerden sokağa kadar ‘sivil’ alandan da takviye alan bir psikolojik yıldırma harekâtını da içeriyor. Bilerek ve isteyerek kimsenin kendini güvence altında hissedemediği bir karabasan yaratıyorlar böylece.
Dolayısıyla, ilki esas olarak örgütlere, ikincisi kitle hareketi ve sokağın bütün bileşenlerine, üçüncüsü ise ebesinden bebesine hepimize görevler yüklüyor. Ve yeniden, bir kez daha hatırlatmakta yarar var, özellikle bu sonuncusu, her konuda tümüyle kaynaşmış olmamızı gerektirmiyor. Çok temel bazı noktaları sabitlemek yeterli.
Yoksa, Voltran Voltran dedikleri de tek parça değil ki aslında! Bi mevzu oluyor da bir araya geliyorlar.