Mülteci tarım işçilerinin yaşadıklarını ‘Karıncanın ayak izleri’ isimli kısa filmle anlatan yönetmen Ümit Güç, sınıfsal eşitsizliklere dikkat çekerek, dünün ötekisinin, bugünün ötekisine ırkçılık yaptığını söyledi
Suriyeli mülteci tarım işçilerinin yaşadıklarını anlatan “Karıncanın Ayak İzleri” isimli kısa film, seyirciyle buluşmaya hazırlanıyor. Yönetmenliğini Çukurova Üniversitesi Radyo Sinema-TV Bölümü öğrencisi Ümit Güç’ün (33) yaptığı film, Adana’nın Karataş ilçesinin Bahçe Mahallesi’nde mültecilerin tarım işçiliğiyle var olma mücadelesini anlatıyor. Ayrıca 2 çocuk üzerinden insan ve doğa ilişkisinin yanı sıra toplumda ötekileştirilen grubun, bir diğer ötekiyi dışlaması da filmde dikkat çekiyor.
Çeşitli fabrikalarda işçilik yapan yönetmen Güç, Çukurova’daki fabrika işçilerinin yaşamını ele alan öyküler de yazdı. İlk kısa filmi “Taşköprü’yü kim yaptı?” ile kısa belgeseli “Yeryüzü ayakları” ile birçok festivalden ödül alan Güç, son kısa filmiyle emek üçlemesini tamamladığını söyledi.
Yönetmen Ümit Güç, filmin konusu ve kısa filmin Türkiye’de bulunduğu noktayı Mezopotamya Ajansı’ndan Mukadder Akyol’a değerlendirdi.
Arap Alevi kökenli bir ailede doğan Güç, lise dönemlerinde dilinin ve kültürünün asimile olmaması için Arapça tiyatro yaptığını ve orada sanata yakınlaşmaya başladığını söyledi. Güç, “Taş Köprü’yü kim yaptı” isimli ilk kısa filminde 2 tekstil işçisinin yaşamını, kısa belgeseli “Yeryüzü ayakları” ile de Adana’da yaşayan ayakkabı işçilerini anlattığını dile getirdi. Filmlerini işçi emeği üzerine kurguladığını kaydeden Güç, şunları kaydetti: “Yoksul ve emekçi bir ailede büyüdüm, emekçilerden yanayım. Bu ülkede çok kabul görmese de muhalif bir sinemacıyım. Emek sermaye çelişkisinde emekten yanayım, bundan dolayı filmlerimde sinema dilinin kendi estetiği içerisinde emeği anlatıyorum. Beni buna iten şey sınıfsal eşitsizlikler.”
Yaşadıkları ırkçılık
Son kısa filminin içeriğini anlatan Güç, Çukurova bölgesinde farklı milletlerden tarım işçiliğini 2 çocuk üzerinden anlattığını ve filmde birçok toplumsal soruna değindiğini aktardı. Sınıfsal eşitsizliklerden, mültecilerin yaşadıkları ırkçılığa birçok sorunun anlatıldığı filmde, dünün ötekisinin, bugünün ırkçısı olarak milliyetçilik yaptığını kaydeden Güç, “Ortadoğu’da bir savaş hastalığı var ve bu hastalık git gide büyüyor. Dünün ötekileri, bugün mülteci olarak ülkeye gelen ötekiyi ötekileştiriyor. Bu başlı başına sosyolojik bir durum. Ama bunun temelinde sınıfsal eşitsizliklerin yattığını düşünüyorum. Bugün mültecilere karşı ırkçılık yapan öteki, elbette kendilerinin yaşadığı sosyal sorunlardan kaynaklı ve kuşkusuz iktidarların insani olmayan politikaların etkisinde bunları yapıyor. Filmi bu minvalde hazırladık ve bunu 2 çocuk üzerinden anlatmaya çalıştım. Sinema bunu değiştirmez ama bunu değiştirecek olan insanlığın kendisidir. Filmlerimde bunu göstermek istiyorum ve bunu topluma anlatmaya çalışıyorum” diye konuştu.
Dayanışmayla çekiyoruz
Türkiye’de kısa filmi değerlendiren Güç, filmini çekebilmek için borçlandığını, normalde Sinema Genel Müdürlüğü’nün destek olması gerektiğini, fakat muhalif sinemacılara bunun sağlanmadığını ifade etti. Toplumun çoğu için güzel olan bir şeyin belli bir kesim için doğru olmadığını dile getiren Güç, “Bizler filmimizi dayanışmayla çekiyoruz. Bizim için koşullar daha zor, sözümüzü söylemek daha çok zorlaşıyor. Türkiye’de özellikle festivallerde bazı ayrımcılıklara maruz kalabiliyoruz. Filmlerimiz festivalde ön seçici kurul tarafından alınmıyor. Neye göre seçildi ya da seçilmedi, hiçbir bilgilendirme yapılmıyor. Bize ‘şu nedenle seçilmedi’ desinler, eksikliğimizi görelim ki, Türkiye sineması gelişebilsin. Festivaller Türkiye sinemasını geliştiren etkinliklerdir ama maalesef ki siyasi nedenler girince araya, bu festivaller bir handikapa dönüşüyor” dedi.
Sinema kültürü yok
Türkiye’de kısa filmlerin geçim kaynağının festivaller olduğuna dikkat çeken Güç, şunları söyledi: “Türkiye’de bazı yapım şirketleri çeteye dönüşmüş durumda ve bu şirketler festivallere müdahale edebiliyor. Biz ne kadar emeğimizle yaparsak yapalım, direniyor bağımsız sinema yapmaya çalışıyoruz. Ülkede kısa film kültürü yok, kısa film başlı başına bir alandır. Kısa filmciler kendini kanıtlamaya çalışıyor. Halbuki böyle olmaması gerekiyor. İran demokratik anlamda daha geri duruyor olabilir ama yeni dalga akımı var. Her ülkenin kendine özgü has bir sinema dili var, Türkiye’de maalesef bunu görmek mümkün değil. Ya batıyı ya da doğuyu taklit ederiz. Oysaki ki; o kadar değerli bir bölgede yaşıyoruz, çok yönlü bir kültürel yapımız var ama bunu rağmen bir akım yaratamıyoruz. Devletin bir sinema politikası yok, aydın ve sanatçıların da genç sinemacılara yön verecek örgütlü yapısı yok. Devlet bu konuda hakkaniyetli olmalı, sinemacının diline, dinine, ırkına bakmamalı.”
MERSİN