Şair Şükrü Çiftçi ile ‘Kalanın Hikâyesi’ adlı şiir kitabı üzerine konuştuk:
Ahmet Güneş
Şair Şükrü Çiftçi’nin ‘Kalanın Hikâyesi’ adlı şiir kitabı Klaros Yayınları’ndan çıktı. Aynı zamanda tıp alanında çalışan Çiftçi ile yeni kitabı hakkında konuştuk. Şiirlerinde mitolojiden tarihe birçok imgeyi kullanan ve kuran Çiftçi, kalanları ve gidenleri irdeliyor. Şiirin nasıl yazıldığı ve aynı zamanda nasıl yazılmayacağını kavramış bir şair olan Çiftçi, Platon’a uğrayarak şiiri ‘kanatlı’ sözlerle dünyayı algılama olarak tanımlıyor.
- Kitabınızın ismi ile başlamak istiyorum. Neden ‘Kalanın Hikâyesi?’
Hayat gidenin olduğu kadar kalanın hikayesi, zamansa var olmanın gerçekliği. Gerçek; insan yalnız, sonra insan giderek biraz daha yalnız. Her şey terk eder onu; hayvanlar, bitkiler, eşyalar, anlamlar, yorgunluğun giderek yerlerini aldığı anılar, yaşanmışlıklar. Bu terk edildikçe en çok da kendine ‘kalan’ın karşısına oturup seyretmek istedim biraz. Seyrin sonunda “kalan” da kalkıp gitti ve ben yokluğu, yoklukla ilgili ağır keder ve kırgınlığını da bende biriken hikayesine ekleyip şiire sundum.
- Dil dağarcığınız çok geniş. Zengin bir dil kullanıyorsunuz şiirlerinizde. Bu merak ya da arayış nereden geliyor?
Cemal Süreya; ‘Şair dünyaya dil içinden bakan adamdır’ demişti. Şiirin temel gereksinimidir bu. Çünkü şiir, sözcüklerle bir yapı inşa etmektir, oynamaktır sözcüklerle. Özgün olmaya çalışan her şair kendi dilini yaratmak zorundadır. Bu, merak ya da arayıştan ziyade bir gereklilik. Belki onlarca sayfa da anlatılabilecek bir durumu, duyguyu, düşünceyi birkaç dize de anlatmanız gerek, bu da diğer yazım türlerine nazaran daha zor ve özeldir. Dil ve imgenin bahşettiği bir lütuf.
- Şiirlerinizi hep bir muhatap varmış gibi yazmışsınız. Sizin için bir arayış mı diye düşündüm. Birini aramak, biriyle konuşmak gibi?
Daha çok yazım tekniği ile ilgili diyelim. Şiirin kendi içinde bir ritmi, bir akışı olmalı. Aslında bir masal anlatıyorsunuz şiirde, bazen biriyle konuşur gibi bazen kendinizle, aslında daha çok kendinizle. Çünkü anlattığınız şey kendi hikayeniz, kendi evreninizdeki göstergelerdir. Elbette bütün şiirler aynı biçimselliği sergilemiyor; muhatabınız bazen sevgili, bazen dağ, bazen geçmişiniz, bazen bir travma olabiliyor. Örneğin ‘ahlat ile konuşmalar’ serisinde gerçek muhatap çocukluğum, ama bu bazen sevgili, bazen dünya hali olabiliyor. Şiir, bir dil oyunudur sonuçta, şiiri özel ve anlamlı kılan da bu oyundur.
- Tıp alanında çalışıyorsunuz. Şiir ve kadavra, yine şiir ve yaşam ile şiir ve ölüm beraber gidiyor. Siz neresinden bakıyorsunuz hayata?
Evet, tıp doktoruyum, uzun zamandır Yoğun Bakım’da çalışıyorum. Varlık, ölümü de içinde barındıran bir oluş halidir. Şiir her zaman varlığın içindeki o ölümü irdelemiştir ve ona yakın durmuştur. Ölümle yaşam arasında çok ince bir çizgi vardır, buna çok sık şahit oluyorum. Mesleki anlam da birçok hayata dokundum ama çok da ölüme tanıklık ettim ve bunun karşılığında çok mutluluklar yine çok duygusal travmalar gördüm. İnsan, değişen koşullara en hızlı adaptasyon sağlayan canlıların başında geliyor ama bazı şeylere alışmak gerçekten zor. İşiniz ve her gün uğraştığınız şey araftaki insanlar olunca ve sanatla da ilginiz varsa besleniyorsunuz bundan, beslenmelisiniz de. Bireysel ve toplumsal acılar elbette etkiliyor sizi. Ölüm, yok olma halidir ve içinde derin bir gizem barındırır, yaşamın kendisinden daha dikkat çekicidir bu olgu. Tüm sanat, felsefi oluşumların en büyük derdi bu bence; yaşamı ölümle anlatma ironisi.
- Şiirlerinizde tarihsel ve mitolojik göndermeler var. Bu göndermelerde en çok da mücadeleci taraflardan besleniyorsunuz. Ateşi çalandan tiranlara başkaldırana kadar gidiyor bu. Bu tercihler okura bir mesaj mı?
Doğrudur, şiirlerimde kırsal, tarihsel ve mitolojik semboller sık kullanıyorum ama bu illaki bir mesaj verme olarak algılanmamalı. Her ne kadar yazılan tüm metinler içinde bir ideoloji, siyasi figürler barındırsa da, bu kaygıyla yazmıyorum ben, dolayısıyla bir mesaj verme derdim de yok. Ben yazdıktan sonra o şiir biraz da okuyucuya aittir, manayı yazan kadar okuyan da katar. Üstünde yaşadığımız bu topraklar, bu coğrafya insanlık tarihinin en eski, en bilinen ve en kutsal topraklarıdır. Mitoloji burda başlar, tarih burda, medeniyet burda başlar. Tersinden bakarsak en büyük kıyımlar, en büyük insanlık trajedileri de bura da yaşanmıştır ve halen de yaşanıyor. Yani gelişim sürecini tamamlamıştır. Oldukça da zengin bir yazınsal geçmişimiz var. Bu kadim coğrafyada doğduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Ve yazdıklarımda da bunları görmezden gelemem.
- Son olarak ne söylemek istersiniz?
Platon, şiir için ‘kanatlı söz’ tanımını kullanmıştır. Şiir, bu kanatlı sözlerle dünyayı algılama biçimidir, anlamı cümlelerin içine saklar. Aslında tüm sanat dalları için geçerlidir bu. İnsanı kendi yapar ve sınırlarını zorlar. Okurken o şiirin öznesi oluruz, kendimize meylederiz, kimi imgeler alıp götürür bizi. Bu bazen cennet, bazen cehennem, bazen araf olur. Buralar da gezmekten korkmamak lazım.