Mizgîn Aksu
“Troyalı Kadınlar”, M.Ö 415 yıllarında, Atina ve Sparta halklarını karşı karşıya getiren ve on yıl süren Peloponez Savaşı’nı anlatan Euripides’ın ünlü tragedya metnidir. Atina’nın güvenlik gerekçesi ile “…Melos halkını kılıçtan geçirerek yok ettiği, kılıç artığı kadın ve çocukları köleleştirdiği, adadaki her şeye el koyduğu, kutsal tapınakları yağmaladığı”[1] yılın hemen ertesinde yazılır Troyalı Kadınlar. Savaşın yıkıcı atmosferinde geçen on yılda yaşanan felaketlerin ve acıların sonunda, her şeylerini kaybetmiş kadınlarının yas, isyan ve adalet arayışı sahneleniyor. Kadınların savaşın tüm felaketine, adaletsizliğine maruz kalmalarına rağmen yaşanan felaketlerin ortaya çıkışında herhangi bir etkileri olmamıştır. Savaş bittiğinde ise savaşanlar neden ve ne için savaştıklarını neredeyse unutmuşlardır.
Oyunun tüm karakterleri, her şeylerinin yok edildiği mağdur olan Meloslu kadınlardan olması, Euripides için de adaleti sağlayacak olanların kadınlar olması mesajı vermesi bakımından kıymetli.
Troyalı Kadınlar’da, aradan geçen neredeyse 3 bin yıl önceki yas, isyan ve adalet arayışının kolektif hafızamızda yeri tüm gerçekliği ve çıplaklığı ile baki. Savaşlar yine yeniden, neden savaştıklarını bile unutanlar tarafından çıkarılıyor, lakin yarattıkları felaketlerin ağır bedelini asla unutamayan kadınlar yaşıyor. Unutanların adaleti sağlayamadığı tarihsel bir gerçek! Troyalı Kadınlar’ın adalet talebinin siyasal alandaki izdüşümleri ise farklı dönemlerde ve toplumlarda kadınların barış ve adalet arayışında kendini göstermeye devam ediyor. Çok uzağa gitmeden; Galatasaray Lisesi önünde zorla kaybettirilenleri arayan Cumartesi Anneleri’nden, Barış Anneleri’nin mahpushanelerdeki hasta tutsaklar için yürüttükleri Adalet Nöbetlerine, faşist Pinochet rejiminin işlediği suçların yargılanması için dans eden kadınlara ve daha niceleri, kolektif hafızamızda adalet talebinin mücadelesi ile devam ediyor ve devam edecek. Çünkü yaşamın şaşmaz diyalektiği gereği, her an bir yerlerde topraktan gökyüzüne doğru baş veren bir filizler var.
Emine Şenyaşar da bu filizlerden biri. Emine Şenyaşar’ın adalet mücadelesi aynı zamanda birbirine yüzlerce yıldır görünmez bağlar ile bağlı olan Troyalı Kadınlar’ın, faşist rejimlere karşı dans eden kadınların, yakılarak katledilen kadınların hikayelerine bağlıdır. Yaşadığımız hikayeleri yazmak, konuşmak ve en önemlisi hatırlamak için hafızamızı isyanımızın bir parçası haline getirmemiz gerekiyor.
Aramızda hiç kimse yoktur ki “hayat bana adil davranmadı” demesin. “Adil olmak” “adil davranmak” ve “adalet” kavramlarına 2 kere 2 eşittir 4 eder gibi mutlak bir netlikte tanımlayamıyor, cevaplayamıyoruz. Ama adalet kavramını belki hukuk ve toplumun kolektif adalet fikri açısından ele alabiliriz.
Hukuk; bir olayın sonuçlarını esas alarak adaleti “ceza yaptırımı” üzerinden sağlar. Hukuk’un kendine referans aldığı adaleti tesis etme yolu cezalandırma üzerindendir ve maalesef her zaman olduğu gibi siyasidir. Hukukun kendini tesis etme şeklinin bir adalet sağlayıp sağlayamadığı ise hukukun çıkmazlarından biridir. Bunun en büyük nedeni Hukuk’un ezen sınıfın egemenliği, normları, talepleri üzerinden şekillenmesi/şekilleniyor oluşudur. ‘Toplumsal ahlakın dondurulması olarak hukuk’ tanımı burada anlam kazanıyor. J.Derrida, adalet fikrinde hukuku aşan bir boyut olduğuna dikkat çekerek “Hukuk, adalet talepleri sayesinde bir tarihselliğin içinde şekillenir ve dönüşür. Bu ucu açık tarihsel süreçte adalet hukuka gereksinim duyar; ama aynı zamanda hukuka indirgenemeyecek önemli bir farkı da barındırır” der.[2] Hukukun müşterek bir zeminde adaleti sağlayabilmesi toplumun demokratik, politik ve ahlaki değerlerinde, bu değerlere olan kolektif refleksinde, kolektif adalet zihniyetiyle mümkündür. Böylesi bir toplumsallığın içinde kalıcı bir adaletten ve adaletin yarattığı huzurdan bahsetmek mümkün olacaktır.
Bu nedenle adaleti öncelikle hukukun sınırlarından öte tanımlamak ve yaratmak gerekmektedir. Hal böyle olunca bu kavramlar üzerinden söyleyebileceğimiz tek şey “adalet’in” oluş halinde olma halidir. Oluş halindeki Adalet’i ise toplumun değerleri, vicdanı, politik tavrı belirler.
Emine’den Emine Şenyaşar’a dönüşen anlam: Demokratik, politik, ahlaki toplum…
Emine Şenyaşar’ın yürüttüğü adalet eylemi de tam da burada oluş halindeki adalet olgusunda bir yıldız gibi parlıyor. Emine ananın süre gelen eylemi hem eşi ve çocukları için bir adalet talebine, hem de Kürt kimliğinin içinde kolektif hafızasında yaşadıkları onlarca katliama, onlarca sürgüne, topraksızlaştırılmaya, köklerinden koparılmaya, yıkıma, talana, diğer kadınların yaşadığı zulme, evlatlarından koparılmasına, belleğindeki tüm haksızlıklara karşı hem adalet savaşına hem de onların yasını tutma şekline dönüştü. Emine Şenyaşar ne yasını tutabildi ne de insanın tüm acılarına rağmen adalet duygusunun verdiği huzura erişebildi (en azından şu ana kadar).
Yaşadığı acının ağırlığı ile ruhunu ve vicdanını karanlığa bağlamadı, onları susturmadı, kaybettiği eşi ve çocuklarının yaşamlarını, adaletsiz bu yaşama “kurban” vermedi. Yaşadığı adaletsizlikle baş etmenin tek yolunun yas tutmakta değil, yaşattıklarına isyan etmekte gördü. Her gün yaşadığı zorbalığa karşı boynunu bükmedi, başını dik tutarak karşılarına çıktı. Katledilen çocukları ve eşinin öcünü adaleti olmayan “Urfa Adalet Sarayı’nda” günlerce oturarak, faillerinin yüzlerine korkusuzca bakarak alıyor. Ne kendi çocuklarının ve eşinin ne de kendi halkının katliamlarında yitirdiklerinin yaşadıklarını egemenlerin adaletsizliği içinde unutulup gitmesine izin vermedi. Denilebilir ki katledilenlerin sesini, bir zamanlar burada yaşadıklarını, başlattığı eylem ile sonsuzluğa taşıyor.
Tam burada bir odağa dikkat çekmek istiyorum. Demokratik-politik-ahlaki toplum nedir? 40 yıllı aşan süredir yaşamın her bir alanında demokratik, politik, ahlaki toplum perspektifi ile mücadele yürüten Kürt Özgürlük Hareketinin etkisi nedir? Kadın özgürlük mücadelesinin yarattığı var olma, özne olma mücadelesinde nereye düşüyor? Bu büyük söz sadece makalelere girecek, büyük büyük cümlelerin içinde parlayacak kelimelerden mi ibaret, yoksa bizleri olmakta olanlara karşı şimdiyi inşa etmeye cesaretlendirecek, şimdiyi nasıl örgütleyeceğimize işaret eden “gerçek” bir anlam mıdır? Emine Şenyaşar nasıl oldu da mütevazi yaşamının bir anında böylesi bir kırılma yaşadı. Yaşadığı felakete karşı devrimci ve ahlaki bir eylemi açığa çıkartan yaşadığı toplumun kolektif zihnindeki adalet-adaletsizlik tanımının refleksi değil miydi? Bu hafıza, kendi halinde yaşan bir kadından Emine Şenyaşar’a dönüştürmedi mi? Bu soruların cevabı bizleri adalet talebinin bir parçası haline getirdiği için bi kenarda dursun.
Adalet’in sessiz ve derin çığlığını duymak
Emine Şenyaşar; Katledilenlerin sesini kimi zaman çığlığı ile, kimi zamanda sessizliği ile bizlere duyurmaya devam ediyor. Emine Şenyaşar’ın ağzından çıkan “Mutlu bir şekilde yaşardık”, “Oğlum hapisteyken evde otursam daha çok yorulurum”, “Ölene kadar oraya giderim yeter ki adalet olsun”, “Sesimizi kimse duymayacak mı?”, “Bu yaptıklarınız ne sizin ne de torunlarınızın yanına kalmayacak”, “Ailemi öldüren silahlardır, biz geride kalanları da bir türlü tecelli etmeyen adalet öldürecek” sözleri… Ve Troyalı Kadınlar’dan acılı bir annenin, Hakabe’nin, oğlu Hektor’u toprağa verirken söylediği “…Yazık, yazık! Sarılmaların, öpmelerin, o ninnilerimle uyumaların artık benden uzaktalar. Ozan mezarının üzerine ne yazacak? ‘Bu çocuğu korktukları için Argoslular öldürdü’ diye mi yazacak?” diyor.
3 bin yıl sonra neredeyse aynı sahneyi, “Çocuklarımı ve eşimi öldürdüler, bir çocuğumu öldüremedikleri için cezaevine koydular. Onlardan korkuyorlardı, çünkü onlar Kürt’tü” diyen Emine Şenyaşar şahsında, sözlerinde görmekteyiz. Böylece Hektor’un mezar taşı ile Emine Şenyaşar’ın ağıdı aynı noktada birleşmiş oluyor.
Sormak gerekiyor:
Emine Şenyaşarı’ın ve Troyalı Kadınlar’ın adalet taleplerindeki sessizlikleri ve çığlıkları, iniltileri ve gözyaşları, karanlık ve aydınlık hüzünleri kimin kulaklarına, kimin gözlerine ve kimin ruhuna sesleniyor?
Kim bu sağır dilsiz, vicdansız ve akılsızlar? Silahı çekenler, silahı çekmesi için cesaretlendirilenlere, ona bu gücü veren siyasal güce, erkek egemen sisteme, kürdü düşmanlaştıran egemen akla, gören, duyan bilen, bildiği halde susan, yargıya vb. tüm faillere işaret ediyor. Adaletsizliğe meyleden ondan beslenen herkese sesleniyor.
“Mağdur için yalnızca cezalandırmayla ilgili hukuki bir mesele değildir yargılama. Doğru, suçun cezasız kalması, mağdur için en az işlenen suç kadar büyük bir haksızlık, ikinci bir mağduriyet anlamına gelir. Fakat mağdurun fail(ler)den beklediği itiraf, yani suç ve sorumluluğun üstlenilmesi siyasal bir anlama da sahiptir; çünkü ancak bu itiraf sayesinde yaşadığı haksızlığın tanındığını, kendi adalet talebinin bu dünyada bir karşılık bulduğunu görebilecektir.”[3]
Adalet bize tanınmayı, yüzleşmeyi, acılarımızın yasını tutmayı, ölülerimize ve bizlere huzur sağlayacak. Adalet talebinin sesi faillerin kulaklarında yankılanacak, ta ki adalet sağlanana kadar.
[1]Siyasalın Peşinde: Dünyaya Tragedyalarla Bakmak, Metis Yayınları, sf.33
[2] a.g.e
[3] a.g.e, sf.71