Ertuğrul Kürkçü
İsveç seçimleri arifesinde Türkçe yayın yapan hemen bütün çevrimiçi haber kanallarında yayınlanan bir habere göre Başbakan Magdalena Andersson şöyle demişti: “Hiçbir Kürdü Türkiye’ye teslim etmeyeceğiz”.
Ardından kanalın meşrebine göre, Andersson ya “o zaman öyle demiyordun ama” diye aşağılanıyor, ya da demeci “oh artık içimiz rahat uyuyabiliriz” mealinde ifade ya da yorumlarla değerlendiriliyordu. İşin tuhaf yanı, başlığın iki satır altında Andersson’un aslında şöyle söylediğini okuyordunuz: “İsveç vatandaşı olan hiçbir Kürdü Türkiye’ye teslim etmeyeceğiz. Terör eyleminde bulunmayan herkes İsveç yasalarının koruması altındadır.”
Başbakan bunu derken, gerçekte, NATO Madrid Zirvesi’nde Türkiye’yle imzalanan “üçlü memorandum”a sadık kalacağını teyit etmekten başka bir şey yapmıyordu. O gün de dediği gibi, mefhumu muhalifi gereği “İsveç vatandaşı olmayan ve ‘terör eyleminde bulunan’ herkes Türkiye’ye iade edilebilir,” demiş oluyordu.
Nitekim, İsveç emniyeti SAPO 19 Temmuz’da, Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasındaki “üçlü memorandum”un uygulanmasına yönelik çalışma grubu toplantısına bir hafta kala 26 yaşındaki Kürt sığınmacı Zinar Bozkurt’u iade işlemlerini sonuçlandırmak üzere cezaevine koymuştu bile. Bozkurt İsveç yurttaşı değildi ve -buraya dikkat!- SAPO’ya göre “PKK ile iltisaklı”ydı.
Esasen, bir “hukuk devleti”nde, hatta artık bir hukuk devleti olmayan Türkiye’de bile hiçbir hükümet yetkilisi “yurttaşlık” bahsinde Andersson’dan farklı bir şey söyleyemez. Hiçbir devlet doğuştan ya da sonradan olsun, hiçbir “yurttaş”ını bir yere iade edemez. Böyle bir şey yapmayı aklından bile geçiremez, geçirse bunu onaylayacak bir mahkeme, yerine getirecek bir polis görevlisi bulamaz. “Yurttaşlık”, tanım gereği bu işlemlerin tümünün önünü keser.
Erdoğan’ın “73 kişiyi istiyoruz, verecekler” yolundaki manasız ısrarları ve bunun yol açtığı vehim, kaygı ya da tersine, fantastik beklentiler konunun esasını unutturmamalı: İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin bileti Erdoğan’ın elindedir. İki ülke de bu bilet uğruna imzaladıkları “memorandum” –buna “niyet mektubu” da diyebiliriz- ile NATO’da Erdoğan standartlarında bir arada yaşama koşullarına çoktan “evet” dediler.
“Üçlü Memorandum”un 5. ve 6. Maddelerini hep birlikte yeniden okuyalım:
“5. […] Finlandiya ve İsveç, PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının faaliyetleri ile iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yeralan veya bu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt eder […]
Buna ilaveten, Finlandiya […] Ceza Yasası’nda yaptığı bir dizi değişiklikle cezalandırılabilir terör suçları kapsamına yeni faaliyetler eklemiştir […] terörist grupların faaliyetlerine katılım suçunun kapsamı genişletilmiştir […] kamusal alanda terörizmi tahrik eylemleri ayrı bir suç olarak cezalandırılmıştır. İsveç, yeni ve daha etkin bir Terör Suçları Kanunu’nun 1 Temmuz itibariyle yürürlüğe gireceğini ve hükümetin terörle mücadele mevzuatını daha da tahkim edeceğini teyit eder.”
İsveç -ve Finlandiya- yasaları ve Anayasası bunu engellediği sürece elbette hiçbir yurttaşını iade etmeyecektir. Ama “memorandum” gereğince, bundan böyle sığınma başvurusunda bulunacak herkes hakkında kararlarını -Zinar Bozkurt vakasında olduğu gibi- SAPO’nun değerlendirmesini esas alarak verecektir. Muhataplar, “yurttaş” olmayacakları için derhal iade edilebileceklerdir. Öte yandan İsveç ve Finlandiya “memorandum”da “terörle mücadele” yasalarını Ankara’nın bulanık standartlarına getirmeyi açıkça vaat ettiklerinden dolayı, idare emniyetin “iltisaklı” sayacağı Kürt ya da başka milletlerden yurttaşlarına da “Kürt annesini görmesin” ilkesine göre işlem yapmaktan kaçınmayacaktır.
Bu yazı yayınlandığı sırada Andersson olasılıkla Başbakanlığa veda etmiş ve yerini “göçmen düşmanı” bir sağcı koalisyonun liderine terk etmiş olabilir. “Göçmen dostu” böyleyse, “göçmen düşmanı” bir hükümetin mevcut konjonktürdeki tutumunu öngörmek zor değil.
İsveç’in NATO üyeliğine bütün bu sonuçları öngörerek kategorik bir biçimde karşı çıkan, parlamentoda sonuna kadar tek tutarlı demokrat, sosyalist Kürt-İsveçli vekil Amina Kakabaveh şunları söylerken tamamen haklı: “Türkiye, İsveç’in NATO’ya üyeliğini tam olarak onaylayana kadar, sağ ile sol partilerin hepsi Ankara’nın taleplerini kabul etmek zorundadır.”
Kakabaveh aslında İsveç hükümetinin “memorandum”un altına girerken “bireysel iade davaları[nın] İsveç hükümeti tarafından Türkiye’yi İsveç ve Finlandiya’nın NATO başvurusuna izin vermeye ikna etmek için bir bedel olarak kullanıl[masının] […] yargı bağımsızlığı[nın ihlali [anlamına geldiğini]” söylerken de sonuna kadar tutarlıydı.
İlkeli bir devrimci olarak Kakabaveh NATO üyeliğinin muhtemel sonuçları konusunda herkesi uyarmıştı: “Biz Kürtler olarak İsveç’in NATO üyeliğine aynı zamanda kimliğimizden gelen bir ilke olarak da karşı çıkıyoruz. İsveç – en azından kağıt üzerinde – herhangi bir ittifakın içinde değil. Fakat şimdi [diğer] ülkelerle birlikteyiz. Bunlar diktatörlük. Kendi halklarına karşılar. Bu ülkelerle nasıl birlikte hareket edelim?”
NATO’ya girmeyecektiniz…