Hicri İzgören
Siyaset başta olmak üzere, hayatın her alanında, günlük yaşamımızda kendimize nasıl bir duruş seçmişsek hareketimiz, davranışlarımız ve üretimimiz de ona göre şekillenir. Sistemin durmadan pompaladığı nefret kültürü de böyle şekillenir toplumda.
Böyle kültür mü olur demeyin sakın. Ne yazık ki oluyor. Biliyorum “kültür” gibi naif bir kavramın yanına hiç de yakışmıyor “nefret” sözcüğü ama neylersin, böyle bir haldir ahvalimiz.
Nice şoven, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi ve benzeri ne çok nefreti makamlı söylemlerin veri tabanına rastlarız o nefret kültüründe.
Evde, okulda başlatılan ve hayatın her mecrasına taşınan bu zehir devlet patentli olup, döneme ve sürece göre beyinlere zerkedilir. Seçimler yaklaştıkça siyaset ve medyada arttırılıyor zehrin dozajı.
“Benden nefret edenlerden nefret edecek vaktim yok. Çünkü ben, bana değer verenleri sevmekle meşgulüm” diyor G. Garcia Marquez. Aynaya baktığında kılıf bulmadan, mazeret üretmeden, kendini sorgulama dürüstlüğünü ortaya koyabilenler kötülük üretenlere karşı direnmek gerektiğini de bilenlerdir.
Siyaset erbabının kışkırtıcı, ayırımcı diline medyanın nefreti makamındaki tarafgir ve önyargılı dili de eklenince, Türkiye’de zaten öteden beri var olan “öteki”ne yönelik düşmanca algı ve tutumlar giderek büyüyen bir soruna dönüştü. Bu durum da kaçınılmaz olarak toplumun farklı kesimlerinde kırılma ve kopmalara çanak tutuyor.
Yaşamayı engelleyen önemli sorunlardan biri de toplum empozelerinden sıyrılamayarak geliştirmeye fırsat bulamadığımız benliğimizdir.
Konunun uzmanları; nefret söyleminin temelinde önyargılar, ırkçılık, yabancı korkusu ve düşmanlığı, tarafgirlik, ayrımcılık, cinsiyetçilik ve homofobi gibi etmenlerin yattığını ifade ediyorlar.
Bu anlamıyla ırkçılık sıradanlaştırılıp olağan bir hale dönüştürülüp meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Toplumun bir başına bu iletten sıyrılıp kurtulması, üstesinden gelmesi kolay değil.
Bırakınız üstesinden gelmesini, medyanın ırkçılığı yayan yayın politikası, devlet kurumlarının halkın duygu ve inançlarını istismar etmesinde sınır tanımayışı kişinin kendisini bu memleketin tek sahibi gibi görüp diğerlerine kapı gösteren, ağzına geleni söyleyerek kin ve nefret saçan bir toplum haline getirdi. Oysa nefret söylemi bir suçtur. Buna uygun yayın yapmayanlara müeyyide uygulamak da devletin görevi olmalıdır diyeceğim ama tam da bu noktada “balık baştan kokar” deyişinizi duyar gibi oluyorum.
Evet. Her şeye olduğu gibi basına da bu paradigmayı devlet dayattı. Hep kültürel bir sindirme ve kendi kimliğini dayatma çabasında oldu bu devlet. Başkalarının kendisinden farklılıklarını kabul etmemek, buna saygı duymamak ve bunu reddetmek üzerine kurdu paradigmalarını. Buna karşı duranları da sindirdi, sürgünlere yolladı, zindanlara attı, imha etti.
Nietzsche; “Nefret Kültürü’nün yerleştiği ve dal budak saldığı toplumlarda, yaşamı geliştirecek ve güzelleştirecek bir yapı kurmak mümkün değildir” der. Askeri yöntemlerle, operasyonlarla olduğu gibi tehditkâr, itici ve suçlayıcı bir dille ve söylemle de anlaşma ve barış sağlanamaz. Yol haritasındaki mesafe, dildeki ve söylemdeki mesafeyle doğru orantılıdır bir bakıma. Güzel sözlerin yankıları da güzel olur.
Çatışmanın dili kolaydır. Bir iki hay huyla bir savaş bile başlatılabilinir. Anlaşmanın dili, iyi niyet, ciddiyet ve kararlılık gerektirir.
Anlaşmaya istekli olan için dil büyük bir imkan ve kolaylıktır. Bu iyi niyeti ve kararlılığı barış isteyen herkesin ve her kesimin göstermesi gerek.
Farklı düşünebilmek, önyargılardan ve şablonlardan kurtulabilmeyle eşanlamlıdır. Böyle bir duruşta çıkar veya korkulara bağlı olarak olan-biteni çarpıtmamak vazgeçilmez koşuldur.
Düşünmek insana verilmiş bir nimettir ve bu; yüreğinin kavrukluğunu hırçınlığa dönüştürmüş, taşlık ve çorak yürekler için yegane eczadır.
.