“Bir toplumsal sistemin başarısı, düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil; fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür”. (Paradigmanın İflası, s. 25)
Türkiye’nin içine sürüklendiği çöküş tablosunun başlıca iki nedeni var: Gözü kara uygulanan neoliberal politikalar ve ‘geçmişi’ ihya etmeyi, ‘geriye dönüşü’ marifet sayan Politik İslamcı saplantı… Neoliberal politikalar güya piyasa ekonomisi, “serbest piyasa ekonomisi” denilen adına dayatılıyor, lâkin ortada ‘serbest piyasa’, diye bir şey yok ve hiçbir zaman da olmadı. Reel dünyada geçerli olan ‘serbest piyasa’ değil, dev tekeller, oligopollerdir. Dolayısıyla “serbest piyasa ekonomisi” söylemi ahmakları kandırmak için uydurulmuştur… İnsanlığın kaderini belirleyen kendinden menkul bir ‘piyasa’ değil, bu dünyanın varını-yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden ‘küreselleşmiş tekellerdir”… Aslında piyasa ekonomisinden değil, ‘küreselleşen tekellerden’ söz etmek gerekiyor.
Elbette Türkiye’de neoliberal politikaların “mucidi” AKP değildi… O yol, 1980’de ünlü 24 Ocak Kararlarıyla Turgut Özal-Süleyman Demirel ikilisi tarafından açılmıştı. 2002 sonunda Politik İslamcı AKP, Kemal Derviş marifetiyle dayatılan IMF patentli ekonomik programı kucağında bulmuştu. Harekete hazır bir aracın direksiyonuna oturmuştu… Lâkin Politik İslamcı kafanın aracı uçurumun eşiğine taşıması kaçınılmazdı zira bir toplum projesine sahip değillerdir… Çözümü ilerde, gelecekte değil de geride, geçmişte arayan, geçmişi ihya etme saplantısına takılmış, Osmanlıyı ihya etmek gibi kuruntularla başka türlü olabilir miydi? Ekonominin temeli zaten 1980’den beri aşınmaktaydı. AKP yangına körükle gidince de bir çöküş tablosu ortaya çıktı… Geride kalan yaklaşık kırk yılda hiçbir iktidar, hiçbir hükümet bu Politik İslamcı iktidar kadar ülkenin kaderini dış belirleyiciliklere, “kendinden menkul” piyasaya emanet etmemişti. AKP iktidarı, borçlanmanın kolay olduğu bir konjonktüre rastlamıştı. “Ucuz” ve kolay borçlanma bir avantaja çevrilebilir ama alınan dış krediler verimli yatırımlara, yüksek katma değer üreten sektörlerde değerlendirilirse…
Alınan dış krediler ve emekçi sınıflardan toplanan vergiler, eş-dost-yandaş tarafından yağmalandı, geri kalanı da inşaata, ‘büyük projelere’ yatırıldı. Aslında ‘büyük projeler’ büyük yıkım projeleridir. Ettiği sevap ürküttüğü kurbağaya değmeyen israf projeleridir. Esasen inşaat gereklidir ama ölçüyü kaçırmamak kaydıyla. Zira inşaat yeni değer, fazla değer, katma değer yaratmaz. Tam tersine daha önce yaratılan değeri kullanır. Eğer elinizdeki kaynağı verimli yatırımlarda, yüksek katma değer yaratan sektörlerde değerlendirmezseniz, bir sürdürülemezlik durumuyla karşılaşmak kaçınılmazdır. Geride kalan 16 yılda, bırakın yeni üretim alanları yaratmayı, var olanlar da elden çıkarıldı veya yok edildi… AKP Türkiye’yi sanayisizleştirdi… Özelleştirme adı altında ülkenin üretim potansiyelini yerli ve yabancı sermayeye, yandaşlara peşkeş çekti…
Tarım da neoliberal saplantı gereği kendi haline terkedildi… Velhasıl AKP yirmi yıldan az bir zamanda ülkenin zaten yetersiz olan sanayi potansiyelini yok etti. Tarımı da çökertti… Geriye tam bir israf demek olan Büyük Projeler kaldı… İşte Büyük Köprüler, Büyük Camiler, Şehir Hastaneleri, Büyük Havalimanı, vb… O halde neden bu yola girdiler, neden ülkenin sınırlı kaynaklarını işe yaramaz, gereksiz projelerde telef ettiler? Yandaşları zengin etmek için… Kapitalist bir toplumda azınlığı zengin etmenin yolu, çoğunluğu yoksullaştırmadan mümkün değildir… Zenginler, sömürücüler, vurguncular arttıkça, el koydukları kaynak büyüdükçe, yağma ve talan derinleştikçe, yoksulluk ve sefalet de çığ gibi büyümek zorundaydı ve büyüdü…
Fakat hepsi bu kadar değil. Yıkım sadece ekonomik-sosyal alanı angaje etmiyor. AKP döneminde müthiş bir doğal çevre tahribatı da yaşandı. Kimse ondan söz etmiyor… Oysa doğal çevre tahribatı demek, yaşamın temelinin yok edilmesi demektir… Mesela enerji yatırımları tam bir ekolojik yıkım tablosu ortaya çıkarıyor… Gerçi yeni adı “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” olan bir bakanlık var ama, o bakanlık doğal çevreye değil, başka yere bakıyor… Çevre tahribatının, yağma ve talanın hizmetinde… Her halde “kentsel dönüşüm” denilenin ne demek olduğu anlaşılmış olmalıdır… Aslında yalanı ve ikiyüzlülüğü sevmeyen birinin ona “çevreyi ve kentleri yağmalama, talan etme bakanlığı” demesi gerekirdi…
Neoliberal ütopyaya teslim olmuş, Politik İslamcı kafayla buraya kadar denecektir. Gerçi, bir ekonomik-sosyal kriz söz konusu ama hepsi o kadar değil. Çöküş insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar hale gelmiş bulunuyor… Artık ülke genel bir yönetilemezlik krizine hapsolmuş bulunuyor… Ekonomik, sosyal, politik, ekolojik, etik (ahlâk) krizi söz konusu ve bunlar karşılıklı olarak birbirlerini azdırıyor ve yeniden üretiyor… Şimdilerde ilan ettikleri kurtarma programlarının da bir inandırıcılığı yok. Unutulmasın Einstein’in da dediği gibi “Bir sorunu yaratanlardan çözüm beklemek beyhudedir”… Ülkenin içine sürüklendiği çöküş tablosundan ancak ‘yeni bir paradigmayla’ çıkılabilir ki, o da yeni politik özneleri, başka politik aktörleri varsayar… Aksi halde araç patinaj yapmaya devam eder… Ufukta başkaca bir çıkış yolu görünmüyor…