Ahmet Güneş
Anılar anlar diye bir ah. Ufalmış umutlarla bir bekleyiş. Kocaman bir serzeniş, sığmıyor hiçbir yere. Gitmenin anahtarı var artık, kalmanın kapıları her yerde. Döşenmiş her adıma bir teselli. Bu yüzden olacak, kalıyor her şey yerli yerinde hem de kıpırdamadan.
Sırrını faş eden bir cümle ile başlarken yaşamaya, imlalar ile karışıyor sonlar. Beterin beteri bir kıyas olunca, yerine yabancı, kabuğuna çekingen davranıyor insan. Harfler değişse, tümceler intihar etse, sese dair, yazıya dair ya da işarete dair ne varsa lağvedilse bir günlüğüne; sonsuzluk vazgeçer mi vaadinden?
Bilinmezi görmenin ayrıcalığı, bilinmeye dair merak, aslında hasar bu, hatta yara. Duvarda bir delik, taşta bir yamukluk, kaldırımlarda bir anımsama. Orada durup dururken kendini duyuruyor hüzün. Kendine gel, kendine karşı gel. Bunlar bir yön, bir çare, bunlar birer tabela. İnsanı varmak istediği her yerden sürgüne götürür.
Sınıflara ve sınırlara bölünmüş dünya. Zaman dilimleriyle parçalanmış ömür. Aslında paketlenmiş bir çağ bu, almak ve vermek arasında bir sarkaç gibi gidip dönmüyor. Kâr ve zarar hesabıyla, açgözlülükle, bıkkınlıkla ya da, benziyor herkes birbirine. Ayna duvarda olacaktı, artık herkesin yüzünde.
Kötülük çökmüş, yani el koymuş hayata. Sınırına mesafe beğendiren bir barbarlık talanlarla ve vahşetlerle kendini tazeliyor. Gözdağı yok, imha ve telef etmek var. Ne istenmezse tedavülden kalkar, ne istenirse icat edilir. Yeni sürüm bir yaşam, yeniden başlamak maratonu. Yorulmanın aslı astarı birbirine karışmış.
Büyümek, küçülmek, yanılmak, artmak, eksilmek. Haysiyete bir rakam, hayıflanmaya geç kalma etiketi, yani güç dengesizliği, aleyhte itirazlar gırla. Ölçülüp biçilen, tezahür eden her şey, kuşatıyor çeperimizi. Sormak zamanı, sorgulamak cesareti, sınanma vaziyeti üst üste gelip tepiyor bizi. Altında kaldığımız her ne ise, bir sonrakine yuvarlanıyor.
Kurtulmak kimin anısıydı? Varmak kimin rüyasıydı? Korunan neydi? Kutsanan ne içindi? Başı kesilmiş sorular, sonunu kaybetmiş cevaplar. Nereye götürecekse bizi, orada olmayacağız. Bir lanet, bir hüküm, bir fetva ya da yasa. Kazanılmayan ne çok şey var, kaybedilmeyen ne az şey var.
İhtiyaçların saldırısı, isyanların dirisi, birbirini kovan ve kovalayan, sonra da felaketlerin kapısını çalan. Tavır bu, tavsiye edilir her kuşağa. Amaçlar kalıp, avantajlar dürüldü, sunulan ve istenen belki de duyulmayan ve bulunmayan bir istenmeyen. Tersinden ve yeni bir dille başlayabilir bir gerçek.
Biliyoruz ve bildiğimizi yayıyoruz: horlanmak veya ezilmek bir meşrep değil. Mecazına düşman bir anlam, metaforuyla kavga eden bir anılan. Göçebe bir dehşet cilalanmış haliyle yansıyor yeryüzünde. Birbirini tekrar eden, birbirine gösteren, birbirine devreden, bildiğini ve yaptığını birbirine öğreten eziyet, yankılanıyor.
Aynı sese birçok farklı anlam, aynı çağrıya birden çok koşan, aynı şarkıyla coşan. Yaslı bir şenlik yaklaşıyor, salgın gibi bulaşan yasın sonunda. Kayda geçsin ama kabullenmesin olanlar. Tehdide karşı bir tembihtir her zaman: unutma, unutma, unutma.
Haftanın kitap önerisi: Steve Biko, Siyah Bilinci / Çeviren: Onur Eylül Kara, Dipnot Yayınları