Leïla Slimani*
Rüşdi hakkındaki korkularımızı boğmalıyız.
Çocukluğumdan beri onlardan korkarım. Beş yaşındaydım ve yüzleri İran Ayetullahlarının yüzüne sahipti. 15 yaşındaydım ve komşu Cezayir’i kasıp kavurdular. Televizyonda yüzlerinin gür sakallarınca yendiğini, yanaklarının gerilla yaşamının yorgunluğuyla oyulduğunu, çılgın bakışlarını hatırlıyorum. Cezayir İç Savaşı sırasında ailemin bir kısmı yaşadığım yer olan Fas’a sığındı. Her şeyi geride bırakarak kaçtılar: işlerini, arkadaşlarını, hayallerini. Bize sahte yol denetim noktalarından, boğaz kesmeden, yıldırmadan bahsettiler. 15 yaşındaydım ve korkudan titriyordum.
Bu fanatikler, çocukluğumun gece vakti canavarlarıydı; büyümeyi hiç bırakmayan, gittikçe yaklaşan, giderek daha görünür hale gelen tehdit. Doksanlar sırasında, Fas kampüslerinde İslamcılar iktidarı ele geçirdi. Fikir savaşı kaybediliyordu. Haberlerde artık aşina olduğumuz bu kelimeye alıştık: “saldırı”. Paris’te, Luksor’da, Cezayir’de… Ailemde onları hafife almadık. Aralarında daha eğitimli olanların dünya görüşlerini savunmak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu biliyorduk. Ailem ihtiyatlı olmam için yalvardı -ağzımı nasıl kapatacağını bilmeyen ve asi ergen rolü oynayan ben. Kimse benden onlara meydan okumamı istemedi. Aksine: Onlardan korkmanız gerektiği söylendi -boyun eğin, dikkat çekmemeye çalışın, çenenizi kapayın. Sizi seven ve “risk almayın, kışkırtmayın, şiddetlerinden uzak durun” diye uyaran anne babalara nasıl yanıt verirsiniz?
15 yaşındaydım, Rabat’ta yaşıyordum ve susmayı ve kabullenmeyi öğrendim. Birilerinin üzerinize sinen yemek kokusunu alabileceğinden korktuğunuz için, ramazanda yemek yerken saklanmak zorunda olduğunuzu kabul ettiniz. Boş şarap şişelerini içini göstermeyen torbalara sarmanız ve çöp kutusuna atmak için birkaç kilometre yol gitmeniz gerektiğini kabul ettiniz. Yahudilerin ve Hıristiyanların asla cennete giremeyeceğini iddia eden bir din hocasının hiddetli konuşmasını sessizce dinlemek zorunda olduğunuzu kabul ettiniz ve Müslüman olmadıkları için cennetten kovulan tüm sevdikleriniz için içten içe ağladınız. Kazablanka’da bir gümrük memuru tarafından hakarete uğramayı kabul ettiniz çünkü yılbaşı tatilinin ortasında bavulunuzda Noel hediyesi olarak tanımladığı şeyler vardı. Çocukken oynadığınız kumsalda bir fahişe ve günahkâr muamelesi görmeyi kabul ettiniz çünkü artık bedeniniz tanrıya karşı bir suçtu.
Kabul ettin ve hem korku hem de utanç içinde yaşadın. Korkaklığımızın utancı, onunla beslenen ve büyüyen inkârların utancı. Hıristiyan eşiyle cennette olan dedemin İslam’ı daha iyi savunamamanın utancı. “Pişmanlık değil, belirsiz bir huzursuzluk yaratan binlerce küçük kendini suçlama iğnesi.”** Hissettiğiniz buydu. Kendini çirkin ve küçük hissettin. Güven vermek için, kendi tarafımızda haklı olanın biz olduğumuzu, İyinin ve Kötünün, mantık ve barbarlığın sınırlarını bildiğimizi ve onları en yüksek sesinle savunmaya cesaret edememenizin gerçekten önemli olmadığını söylediniz. Bedenimizi kurtarmak zorundayız. Gevşek, çelimsiz, kaybedenlerin bedeni -ama hepimizin bedeni aynı.
Korkmadığım bir an oldu. Kendimi cesur hissettiğim bir an. Ofis kapımı kapatmam, bilgisayarımı açmam için yeterliydi -yazmaya başlamam için yeterliydi ve korku yok oldu. Bu yüzden yazar oldum. Kâbuslarımı temizlemek, korkularımı yatıştırmak için. Yazarken, her şeyi yapabileceğimi hissediyorum. Artık kibar küçük bir kız, erdemli bir kadın değilim. Memnun etmeye ya da baştan çıkarmaya çalışmıyorum. Öfke ya da skandalı kışkırtmaktan korkmuyorum. Benim için kurgu, tam bir özgürlük alanı, belirsizliği, bulanıklığı, belirsizliği ifade edebileceğiniz, kendinizle çelişebileceğiniz ve kötü düşünceleri dile getirebileceğiniz yerdir.
Yarın çalışma masamda kendimi eskisi kadar özgür hissedecek miyim? Yarın bir tartışma için sahneye çıkarken Salman’ı mı düşüneceğim ve bana saldırılmasından korkacak mıyım? Bugün birçok Müslüman yazar korkuyor ve kendilerini sansürlüyor. Onları yargılamıyorum; onları anlıyorum ve ben de ailemi ve çocuklarımı düşünüyorum. Ama korku ve utanç taraf değiştirmek zorunda. Daha yüksek sesle konuşmalı, daha ikna edici hale gelmeli, Aydınlanma’nın, özgürlüğün ve haysiyetin sesi haline gelmeliyiz. Yazarlar olarak, var olmanın tek yolu budur: ortaya çıkar çıkmaz korkuyu bastırmak; okuyucuların zekâsına inanmak; küstah ve saygısız olmak. Yaz, yaz, yaz. Boyun eğmeyin; diz çökmeyin.
* Leïla Slimani Fransız-Faslı bir yazardır. 2016’da Prix Goncourt’u kazandı ve Faber tarafından yayınlanan son romanı The Country of Others [Başkalarının Ülkesi].
**Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac”ından (İngilizce’ye Çevirenin Notu).
Not: dunyadanceviri.wordpress.com’dan alınan bu yazı S. Erdem Türközü tarafından çevrilmiştir.