Erol Katırcıoğlu
“Siyaset” deyince benim aklıma gelen şey bir sınıfın ya da kimliğin, bir ideolojinin ya da bir inancın adına ülkeyi yönetmek için girişilen bir faaliyet geliyor. “Siyaset yapmak” deyince de, farklı düşünceleri olan insanların birbirlerini ikna etme çabaları. Tabii bu kavramlardan sonra hemen onlarla bitişik olan, yasa ve regülasyonlarla biçimlenmiş bir siyaset kurumu, yani “Siyasi parti” yapıları aklıma geliyor. Özetle bu üçleme, “Siyaset”, “Siyaset yapmak” ve “Siyasi parti”, aslında toplumu yönetme erkini ele geçirmek üzere, ya da bu gücü elde etmişlerle uzlaşı arayışları içinde sorun çözmek üzere girişilen faaliyetlerin bütününü ifade ediyor.
Nasıl ki bütün ulus devletlerde yasalar, adı “vatandaş” olan soyut bireyleri dikkate alarak oluşturulmuşsa siyaset alanının kurumsal yapısı olan “siyasi parti” yasaları da aslında böyle bir homojen “parti” varsayımı üzerinden oluşturulmuştur. Bir başka ifadeyle bir toplumun yönetimine tabii olan partilerin farklı düşünceleri olsa da aynı pota içinde fonksiyonları da homojenleştirilmiştir. Hayır bu partiyi ben böyle yönetmek istemiyorum diyen biri çıksa da yasaların ve regülasyonların belirlediği alanın dışına çıkmak istese bunu yapması da zor.
Hatırlıyorum 1990’ın başlarında Cem Boyner’in liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi partiye dönüşmek noktasına gelince epey tartışmıştık. Ben ve benim gibi düşünen bazı arkadaşlar partileşmek yerine “platform” olarak kalmanın çok daha iyi olacağını, çünkü partileşince siyasi partiler yasasının cenderesine gireceğimizi ve “platform” olmanın hareketli ve yaratıcı eylem yapma avantajını kullanamayacağımızı söyleyerek itiraz etmiştik. Ne yazık ki bu tartışmaların sonunda yapılan oylamada partileşme kararı çıkmıştı.
Ama yine de “Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır” deyişine uygun olarak da partilerin yönetim tarzlarında farklılıklar olduğu da ortada. Kimisi siyasi partiler yasasının da ötesine geçerek müthiş bir “bürokrasi” ile yönetilirken, kimisi de “ahbap-çavuş” ilişkilerine benzer bir biçimde yönetilmekte.
Esas olarak siyaset yapmak da, parti yönetmek de özünde bir tür güç arayışı alanları oluşturur. Yani bu alanlar özünde “güç” arayışı olan süreçler içerir. Bir “parti” açısından bu “güç” arayışı “diğer partiler” arasında; bir “partili” açısından ise “diğer partililer” arasında bir tür yarışa benzer faaliyetleri kapsar.
Bunları neden mi yazıyorum. Malum seçim sath-ı mailine girmekteyiz. Bu güç arayışlarını partilerin aralarında giriştikleri “ittifak” çabalarından gözlemlemek mümkün. Ama emin olun gözlenmesi pek mümkün olmayan çabaların çoğu siyasi partilerin içinde. Milletvekili olmak için işaret fişeği de havaya atılmış görünüyor. O nedenle de hemen hemen bütün partiler içinde itiş kakış da başlamış durumda.
İnsan, dar çevrelerin ekonomik çıkarları için değil de ezilen kitlelerin çıkarlarını gözeten partilerde de benzer davranışlar görünce o zaman şu soruyu soruyor: Neden? Ne oluyor da daha çok “yoldaşlık” üzerinden ilişkiler içermesi gereken bu tür partilerde zaman zaman neredeyse “düşmanca” davranışlar sergileniyor? Sanırım bu sorunun cevabı içinde bulunduğumuz toplumun zihniyet dünyasının niteliğinde yatıyor. Ataerkil bir zihniyet dünyası, kapkaççı bir kapitalist gelişmenin yarattığı “Hep bana, Rabbena” dünyasıyla birleşince ortaya bir neredeyse “Yok birbirlerinden farkları” olan bir partiler alanı çıkıyor. Bu alanın içindeki partiler arasında da bu partilerin içindeki bireyler arasında da “demokrat” olmayan, olamayan bir zihniyet dünyası yeşeriyor. Bizde olan bence bu.
O nedenle de partilerimizin çoğu “kifayetsiz muhteris” liderlerce yönetiliyor. Tabi istisnaları olsa da…
O nedenle de Türkiye siyaset alanında fikirden çok dedikodu, hakaret ve manasız retorik yer alıyor.
Toplumun ihtiyaçları bunlar olmasa da…