Mustafa Durmuş
Kur Korumalı Mevduat (KKM) için Hazine’den yapılan ödemelerin giderek bir kara deliğe dönüşmesi geçtiğimiz hafta üzerinde en çok konuşulan konuların başında geliyordu.
İktidara, toplamda 1,1 trilyon TL’yi bulan (toplam vadeli mevduatların dörtte birine yakın) bu mevduatların aslında; “çok küçük bir seçkin azınlığa ciddi bir servet transferinin yapılmasının aracı olduğu”, “çok ciddi bir geri ödeme sorununa ve kamu zararına neden olacağı” yönünde ağır eleştiriler yapılıyor.
İktidarın bu uygulamaya dönük savunması ise çok da ikna edici olmayan “bu yapılmasaydı dolar kuru 25-30 TL’yi bulurdu” nun ötesine geçti. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan aşağıdaki sözlerle bu uygulamayı ‘Kur Garantili Milli Para’ya geçiş olarak savundu:
“Kur garantili milli paradan bahsediyoruz ama bunu hazmedemiyorlar. İktisatçıların bazıları bu gerçekleri bildikleri halde sahiplerine yaranmak için programımızı kötülerken, bir kısmı cehaletleri sebebiyle bize kör düşmanlık yapıyor. Ellerinde sadece çekiç olduğu için her şeyi çivi gibi görenler misali, bildikleri tek ekonomi teorisiyle Türkiye’yi değerlendirenleri kendi kısır dünyaları ile baş başa bırakıyoruz.” (1)
Çözümlememize verilerden başlayalım.
KKM’ nin getirdiği yük ağırlaşıyor!
Hazine tarafından TL cinsi mevduattan Kur Korumalı Mevduata geçenlere yapılan ödemeler ilk kez bu yılın Mart ayında 11,7 milyar TL ile başladı. Nisan’da bu rakam 4,6 milyar TL’ye, Mayıs’ta 4,8 milyar TL’ye, Haziran’da 16,1 milyar TL’ye ve (şimdi sıkı durun) Temmuz’da 23,4 milyar TL’ye fırladı.
Böylece beş aylık toplam ödeme 60,6 milyar TL oldu (bunun bir de vergi teşviki/kaybı boyutu var. Bu beş ayda bunun yol açtığı vergi kaybı 10 milyar TL civarında). Oysa hatırlayalım Ek Bütçe Kanunu ile bu yılın tamamında KKM için sadece 40 milyar TL’lik bir kaynak ayrılmıştı.
Kur Korumalı Mevduat ile ilgili ödemelerin bir de Hazine dışında Merkez Bankası ayağı var. Yukarıdaki tutar yalnızca KKM hesabına doğrudan TL yatırarak katılanlara Hazine’den (Bütçeden) yapılan ödemeyi gösteriyor. Sahip olduğu döviz tevdiat hesabını TL’ye çevirmek suretiyle KKM’ ye katılanlara ise ödemeyi (kur farkı üzerinden) Merkez Bankası (MB) yapıyor. Ancak Banka bu konuda ne kadar ödeme yapıldığını açıklamıyor. Yani Hazine’nin üstlendiği kadar (belki daha da fazla) MB’nin de üstlendiği bir yük/kamu zararı söz konusu.
Gazeteci A. Yıldırım bundan böyle aylık KKM yükünün ortalama 20 milyar TL civarında olacağını ve böyle giderse Hazine ve Merkez Bankası’ndan yapılacak ödemelerin bu yılsonu itibariyle 320 milyar TL’yi bulabileceğini öngörüyor. (2) Bu rakamın kur daha da yükseldiğinde 400 milyar TL’ye yaklaşabileceğini ileri sürenler de var.
Beş ayda bütçe açığı kadar KKM ödemesi
Şimdi bir ara değerlendirme yapalım. Öncelikle, Temmuz ayı bütçe açığının 64 milyar TL olduğu dikkate alındığında, eğer KKM için yapılan toplamda yaklaşık 61 milyar TL’yi bulan bu ödemeler yapılmasaydı böyle bir açık verilmeyecekti ya da bu açık çok minimal düzeyde kalacaktı. Bu da Hazine’nin borçlanma gereğini azaltacaktı (Hazine bu yılın sadece Temmuz ayında 69,2 milyar TL’lik iç borçlanma yaptı).
Toplanan her 100 liralık verginin 14 lirası KKM sahipleri için harcanıyor
Keza KKM için sadece Temmuz ayında yapılan ödemenin 23,4 milyar TL, buna karşılık bu ayki vergi gelirlerinin 169 milyar TL olduğu (3) hesaba katıldığında, toplanan her 100 TL’lik vergi gelirinin 14 TL’sinin bu tür hesap sahibi az sayıda zengine yapılan ödemeler için kullanıldığı ortaya çıkıyor. Bu vergilerin ise KDV ve ÖTV biçiminde asıl olarak halktan toplandığı biliniyor. Kısaca “zenginin sırtı yoksuldan daha fazla vergi toplanarak sıvazlanıyor”!
Bu yılki vergi indirimi, istisnası, muafiyeti biçiminde (vergi harcaması adı altında), asıl olarak da sermaye kesiminden alınmasından vazgeçilen vergilerin tutarının 336 milyar TL olduğu da dikkate alındığında, siyasal iktidarın sadece yanlış faiz politikalarına mahkûm edilen para politikasıyla değil, aynı zamanda sermaye yanlısı transfer harcamaları ve sermayeden alınmayan vergilerden oluşan maliye politikasıyla da bu düzeni sürdürmeye kararlı olduğu anlaşılıyor.
Devlete mali kriz, sermayedara ucuz kredi, halka temerrüt
Daha da vahimi, KKM’ler birçok iktisatçı tarafından “pimi çekilmiş bir bombaya” benzetiliyor. Kamu harcamaları hızla artarken (faiz dışı fazladaki Temmuz ayındaki yıllık artık yüzde 113’ü aşıyor) ve sadece Temmuz ayında bütçe açığı 64 milyar TL’ye ulaşırken, bir de vergi gelirlerindeki genelde tahsilat/tahakkuk oranının yüzde 69,2’ye, Dâhilde Alınan KDV’de ise yüzde 31, 2’ye kadar düşmesi (4) bir ‘devlet mali krizi’ işareti olarak da değerlendirilmeli.
İktidarın kredi politikası da aynı amaca hizmet ediyor. Çünkü hem Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) hem de Merkez Bankası döviz mevduatından KKM’ ye dönüşü teşvik edici uygulamaları devreye alırken yeni bir uygulamayı da başlattılar.
Buna göre, şirketlerin döviz mevduatını KKM’ ye çevirmesi durumunda bunu teminat kabul eden kamu bankaları yüzde 14, özel bankalarsa yüzde 17-18 arasında faizlerle ticari kredi vermeye başladılar (normalde ticari kredilerin faizleri yüzde 22-23 civarında iken). Bu durum da bankalar arası döviz mevduatı geçişini hızlandırdı. (5)
Seçime endeksli kredi politikası
Ayrıca birkaç gün önce ‘Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ’de yapılan değişiklik (6) ile TCMB’nin bankalara uyguladığı zorunlu karşılık oranı yüzde 0’a düşürüldü. Ancak bankaların verecekleri yeni kredilerde faiz oranlarına getirilen katsayıya bağlı olarak menkul kıymet satın almaları şartı getirildi. Örneğin yıllık faizi yüzde 22,85’i aşan krediler için kredi tutarının yüzde 20’si, yüzde 29,38’i aşan krediler için kredi tutarının yüzde 90’ı kadar menkul kıymet (DİBS) tahsis edilecek.
Bu değişiklikle bir yandan kredi büyüme hızına sınırlama getirilirken, diğer yandan politika faizi ile piyasadaki ticari kredi faizleri arasındaki açıklık daraltılmak isteniyor. Böylece seçim sürecinde piyasalarda likidite bollaşması ve ekonomide bir canlılığın yaratılması amaçlanıyor.
Öte yandan, ihtiyaç kredisi faizlerinin yüzde 24-39 arasında değiştiği, bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu ödeyememiş kişi sayısının Mayıs ayında 4 milyonu aştığı ve ödenemeyen banka borcunun 30,5 milyar TL’ye ulaştığı bir anda (7), kredi mekanizmasının devlet eliyle asıl olarak sermayedarlar için kullanıldığı çok açık.
Bir başka ülkenin parasına endekslenen bir para nasıl “milli” olabilir?
Hakikatler bunlar iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gelişmeleri “milli paranın yaratılması” olarak değerlendiriyor. Ancak değeri bir başka ulusal para tarafından (özellikle de ABD doları gibi emperyalist bir ülkenin parası tarafından) belirlenen bir paranın yerli ve milli olarak değerlendirilebilmesi mümkün müdür?
Bir ulus devletin en başta gelen özelliği kendi ulusal parasına sahip olmasıdır. Eğer bu para bir başka paraya çıpalanmışsa, yani değeri arka plandaki bir başka para tarafından belirleniyorsa böyle bir paranın milli bir para olarak addedilmesi ne kadar doğru olur?
Bugün ülkede yaşanan durum tam da bu soruları sorduracak bir durum. Çünkü bir süredir izlenmekte olan yanlış faiz politikasının sonucunda TL’nin değerindeki daha fazla düşüşleri önleyebilmek için şimdilik 1 trilyon TL’yi aşan TL cinsinden mevduat, ABD dolarına endeksli bir biçimde ‘Kur Korumalı Mevduat’ olarak adı altında uygulanıyor.
Oksimoron bir tanım
Böyle bir uygulamayı “Kur Garantili Milli Para” olarak tanımlamak onun bir başka paraya bağımlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Kaldı ki tanımlamanın kendisi oksimoron bir tanımlama. Yani nitelikleri gereği bir araya gelemeyecek olan iki şeyi bir araya getirme çabasını içeriyor.
Bu noktada Erdoğan’ın yaptığı gibi, “elimizdeki çekiç olduğu için her şeyi çivi gibi görenler misali, bildiğimiz tek ekonomi teorisiyle Türkiye’yi değerlendirmek” gibi bir eleştiriye tabi tutulabiliriz.
Doğrusu bu ifadenin kullanıldığı bağlam da son derece ilginçtir. Zira deyimin aslı tam olarak: ”Elinde çekiçten başka aracı olmayanlar, diğerlerini çivi gibi görürler ve onların başlarını ezmeye çalışırlar” biçimindedir. Bu deyime daha ziyade dünyadaki kutuplaştırıcı, ötekileştirici politikalar izleyen sağcı otoriter rejimleri ve liderlerini tanımlayabilmek için başvuruluyor. İlginç bir biçimde bizde bu deyim tersine çevrilip “iş bilmeyen” (!) iktisatçıları anlatmak için kullanılıyor.
Tek bir teoriye takılı kalmak doğru değil ancak…
Diğer yandan “tek bir teoriye başvurma” eleştirisinde bir haklılık olabilir. Çünkü hiçbir konuda olduğu gibi, enflasyon ve faiz gibi konularda da, hele ki ana akım iktisat teorilerinin iflas ettiği günümüzde, tek bir teoriye bağlı kalmamak gerekiyor.
Yani bazı ana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi, ekonomide evrensel kuralların olduğu, bu nedenle de politikacıların bunları harfiyen yerine getirmesi gerektiği düşüncesi tam olarak doğru değil. Çünkü ekonominin bazı genel geçer kanunları ya da kuralları olsa da, iktisat bilimi sabit kuralları olan bir bilim değildir. İşin gerçeği (fen bilimlerinin aksine), iktisat bir sosyal bilim olduğu için, her yerde her zaman geçerli kanunları ya da kuralları mevcut değil. Örneğin ‘arz talep kanunu’ menkul kıymet borsaları ve altın, döviz ve petrol piyasalarındaki iniş çıkışları açıklamakta yetersiz kalır.
Özgün sorunlar özgün politikaları çağırır
Değişen dünya, değişen iktisadi koşullar ve ekonomilerin özgünlükleri farklı politikaları gerektirebilir. Bu anlamda daha düşük faiz oranlarının enflasyonu düşürmesi fikri mutlaka tuhaf bir yaklaşım olmak zorunda değildir. Nitekim iktisatta, günümüzün ana akım iktisatçılarının çoğu tarafından reddedilen ve enflasyonu işletme maliyetlerini artıran yüksek faiz oranları gibi maliyet itici faktörlerle ilişkilendiren düşünce okulları var. (8)
Kısaca, iktisat biliminin evrensel olmaktan ziyade bağlamsal olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ancak Erdoğan’ın “yüksek enflasyonun yüksek faiz oranlarının nedeni değil, sonucu olduğu” konusundaki ısrarının böyle bir bağlamsallıktan kaynaklandığını ileri sürmek zor. Türkiye’nin çok sayıda makroekonomik dengesizliğinin olduğu göz önüne alındığında bu tezin geçerliliği şüphe götürür. Özellikle de MB politika faizinin düşürülmesine rağmen, piyasa faiz oranlarının yükselmeye devam etmesi bu tezi çürütüyor, düşürülmüş politika faizi oranının üretim maliyetlerini azaltacağı yönündeki savunuyu baltalıyor. Sonuç olarak geleneksel faiz politikasından sapan deneyler çok maliyetli olabiliyor. (9)
Özetle, “faiz sebep enflasyon sonuç” yaklaşımının ülke ekonomisini kısa bir zaman aralığında dahi büyük bir ekonomik yıkımın eşiğine getirmiş olması yukarıdaki sözlerin sahibi olan Rodrik’i haklı çıkartıyor.
Ortodoks ve heterodoks politikalar arasında sıkışıp kalmak
Bu nedenle de yapılacak en doğru iş geleneksel (ortodoks) ve geleneksel olmayan (hetorodoks) teoriler arasında sıkışık kalmaktan kurtulup, yüksek enflasyona yol açan nedenleri bilimsel olarak ortaya koymaktır. Bunun için de egemen sınıfların çıkarlarını yansıtan, dolayısıyla da bilimsel olmaktan ziyade ideolojik olan yaklaşımlardan kaçınıp bilimsel teorilere veya bakış açılarına yönelmek gerekiyor.
Bu bağlamda, emekçi halkların çıkarlarını savunan bir perspektifimiz ve buna uygun paradigmamız mevcut olmadığı sürece, enflasyon sorununu emekten ve halktan yana, aynı zamanda ekonominin bütününün ihtiyaçları açısından çözebilmemiz mümkün değil. Bugün Türkiye’deki iktidar bloku ve ana akım muhalefet partilerinin enflasyon konusunda pratikte geçerli ve kalıcı çözümler üretememelerinin bir nedeni de böyle bir bakış açısından yoksun olmaları.
Yabancı para kullanımı sömürgeci – ilkel sermaye birikiminin bir ürünü
Kur Garantili Milli para konusuna geri dönelim. Para konusu aslında tarihte, özellikle de ilkel sermaye birikimi- sömürgecilik dönemlerinden bu yana son derece önemli olmuş bir konudur. Öyle ki Avrupalı sömürgeci devletler Afrika’yı sömürgeleştirdiklerinde sadece kendi paralarının kullanımını, çalıştırdıkları yerli işçilerin ücretlerinin kendi paraları ile ödenmesini, alış verişlerin sadece kendi paraları ile yapılmasını, hatta vergilerin dahi kendi paraları ile ödenmesini zorunlu kıldılar.
Bu yöntemin, Afrika yerlilerini sadece ücret karşılığında çalıştırarak ücretli emek sömürüsünü yaygınlaştırmak için değil, aynı zamanda sömürgeci kapitalist ilkel birikimin bir başka parçası olan Afrika topluluklarından para kazanmak ve Avrupa mallarının satışı için pazarlar yaratmaya yardımcı olmak, sömürge para birimi için değer yaratmak ve sömürge ekonomisini parasallaştırmak için de uygulandığı biliniyor. Bu anlamda vergi ödeme deneyimi Afrika için yeni bir deneyim değildi. Yeni olan vergilerin Avrupa para birimi cinsinden ödenmesi zorunluluğuydu. (10)
Böyle bir dayatma sömürgeciliğin en belirgin karakterlerinden biridir. Bugün de bir ülkenin toprakları başka bir devlet tarafından işgal edilerek, işgal edilen bu topraklarda işgalci devletin para biriminin kullanılmasının dayatılması böyle bir işgalin sömürgeci karakterini ortaya koyar.
Yeni sömürgecilik döneminde emperyalist kontrol farklı biçimde yapılıyor
Yeni sömürgecilik döneminde ise bir emperyalist devletin parasının siyasal olarak bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde kullanılması (fiili işgal gibi haller dışında) genelde görülen bir uygulama değildir. Bugün yapılan, dolaylı bir biçimde, ulusal paranın emperyalist paraya bağımlı kılınmasıdır.
Böylece arka planda ulusal paranın değeri, satın alma gücü dolar ve avro gibi emperyalist para birimlerince belirlenmesine rağmen, yüzeyde bağımsız bir milli para varmış gibi bir görüntü söz konusu olabilmektedir. Bugün TL’nin geldiği durum bundan farklı bir durum değildir. Emperyalist ABD dolarına endekslenmiş bir biçimde varlığını sürdürürken, KKM gibi uygulamalar bu konumunu daha da güçlendirmektedir.
Hakikat ve yaratılan algı birbirinden farklı
“Hakikat böyle iken mesele nasıl farklı bir biçimde sunulabilmekte ve halkın en azından bir bölümü buna inanabilmektedir?”
Bu sorunun yanıtını verebilmek için, özellikle de 2008 küresel finansal krizinden sonra, neo-liberalizmin iflası ile birlikte dünya kapitalizminin son 14 yıldır içinde bulunduğu duruma kısaca bir göz atmak gerekiyor.
2008 küresel krizinin ardından hayata geçirilen trilyonlarca dolarlık miktarsal kolaylaştırma programları ve faiz oranlarının sıfıra kadar çekilmesi sonucunda bollaşan likidite de kapitalizmin sistemik sorunlarına çare olamadığı gibi, tarihte görülmemiş borç stoklarının birikmesine de neden oldu. Ekonomik büyüme de istikrar sağlanamadığı, dolayısıyla da kâr oranları istikrarlı bir biçimde büyütülemediği gibi, ekonomiler Covid-19 salgınıyla birlikte ciddi bir resesyona girdiler.
Bu yılın başlarında Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş ise dünyayı, bu durgunluğun yanı sıra, son 40 yılın en yüksek enflasyonu ile karşı karşıya bıraktı. Ekonomiler stagflasyona (enflasyon ve durgunluğun bir arada görüldüğü durum) doğru sürüklenirken, emekçi halkların yoksulluğu giderek derin bir yoksulluğa dönüşmeye başladı.
Neo-liberalizmin bağrında yeşeren bir neo-otoriterlik
Ekonomi alanında bunlar yaşanırken dünyada kutuplaşmayı artırıcı gelişmeler ortaya çıktı, NATO, sadece Rusya’yı değil, Çin’i de kuşatacak şekilde hamleler yapmaya başladı. İç siyasette ise bu son 14 yılda, liberal demokrasilerin iyice zayıfladığı dünyanın birçok yerinde aşırı sağcı popülist otoriter liderlerin işbaşına geldiği rejim değişiklikleri yaşandı. Kuşkusuz Şili, Kolombiya (ve muhtemelen yakında Brezilya’da), halktan yana yönetimler de iş başına geldi. Ancak bu durum genel gidişatı değiştirmedi. Öyle ki önümüzdeki seçimlerde İtalya’da aşırı sağcı bir yönetimin iş başına gelmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu da aslında neo-liberalizmin kolayca neo-faşizmi doğurabileceğini gösteriyor.
“Gücün İntikamı: Otokratlar 21’nci yüzyıl için siyaseti nasıl yeniden keşfediyor?” adlı kitabında (11) M. Naim son 14 yılda ortaya çıkan böyle aşırı sağcı-otoriter rejimlerin siyasal olarak bazı önemli özelliklerine şu sözcüklerle dikkat çekiyor: Apolitikleştirme, Popülizm, Kutuplaştırma ve Hakikat Ötesi Siyaset.
Yazar kitabında bu gelişmenin açıkça tespit edilmesinin çok zor olduğunun çünkü bu yeni otokratların kendilerini önce ‘demokrat’ olarak sunduklarının, ardından da çok sinsi bir biçimde iktidarı tekellerine alarak despotik rejimler kurduklarının altını çiziyor.
Apolitikleştirme ve kutuplaştırma: Otoriter siyasetin alet çantası
Apolitikleştirme kitlelerde, “hiçbir şeyin artık işe yaramadığı, her şeyin daha da kötüye gitmekte olduğu” fikrinin yaygınlaştırılması anlamına geliyor. Sonuçta bir politik nihilizm duygusu (her türden siyaset çok kötüdür biçiminde), her yeri kaplıyor ve toplumun giderek ortak paydası haline geliyor. Böylece, başarısız, yoz, çürümüş sağ ya da sol liberal siyasetçiler yıpranmamış, otokratik, güçlü aşırı sağcı liderlere yer açıyor. Kitlelerle bu tür liderler arasında güçlü bir bağ kurulmaya başlıyor.
Bu tür otokratik sağcı popülist liderler kutuplaştırmayı, toplumu bölmek için adeta bir alet çantası gibi kullanıyor. Yani bu yöntem eskinin ‘böl ve yönet’ politikasının çağdaş biçimi halini alıyor. Bu gerçekleştiğinde, “bizler ve onlar”, “dostlar ve düşmanlar”, “iyiler ve kötüler” gibi ayrıştırmaya dayalı kutuplaştırma sağcı otoriter liderlerin uzun yıllar iktidarlarını sürdürme aracı oluyor.
Hakikat Ötesi Siyaset
Bu noktada kullanılan bir diğer araç ‘Hakikat Ötesi Siyaset’ denilen ve siyaset kurumu ve yandaş medya aracılığıyla sistemli bir biçimde yürütülen bir gerçeği saptırma söylemi ve eylemi.
Böyle bir siyaset altında iktidarın işine gelmeyen hakikatler ters yüz edilerek tam tersine anlamlar yüklenmiş bir biçimde topluma servis ediliyor. Bu bir zamanlar Hitler’in kurdurmuş olduğu propaganda bakanlığının da işlevini aşan bir olgu.
Hakikat ötesi siyaset toplumun bir soruna gerçekçi, bilimsel yaklaşımlarla bakma kapasitesini baltalamanın en önemli yolu olarak işlev görüyor. Çünkü nesnel gerçeklerin etkisini asgariye indirirken, duygular ve inançların etkisini artırıyor. Böylece toplum hakikatlerden kopartılmış bir duygu ve inanç dünyasının içine sürükleniyor. Toplumun giderek daha büyük bir bölümü, adeta sihirli bir iksir içirilmiş gibi, gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, hatta bariz yalanları isteyerek kabul etmeye hazır hale geliyor.
Hakikat ötesi siyaset yapan siyasetçiler bir tür simyacılık yapıyorlar, kitleleri etkileyebilmek için doğru olmadığını bildikleri saçma sapan şeyleri kasıtlı olarak, doğruymuş gibi söylüyorlar. Yalanları açığa çıktığında ise pişkin bir biçimde inkâr edebiliyorlar. Halkın hoşuna gideceğini düşündükleri zekice espriler yapmaktan kaçınmıyor, kasıtlı bir biçimde her şeyi abartıyor ve övünmeyi çok seviyorlar. Halkın dikkatini çekebilmek için sıkça blöf yapıyorlar.
‘Zehirli bir çağdaş politik vodvil’
Siyaset bilimci J. Keane, hakikat ötesi siyaseti, “çok renkli bir paltoya bürünmüş kavgacı bir siyaset türü, yalan, saçmalık, ahmaklık ve sessizlikten oluşan 20’nci yüzyılın başlarındaki vodvil performanslarının güncellenmiş, son teknoloji ürünü bir politik eşdeğeri, yeni tür vodvil” olarak değerlendiriyor.
Ona göre, eski moda vodvilde güçlü adamlar ve şarkıcılar, dansçılar ve davulcular, ozanlar ve sihirbazlar, akrobatlar ve sporcular, komedyenler ve sirk hayvanları vardı. Bu bir gösteriydi. Hakikat ötesi siyaset de aynı şekilde, narsist ve agresif kişiliklerin milyonlarca insanı eğlendirirken, onların eleştirellik ve yargılama kapasitelerini yok etmek, onları kalıcı bir şekilde boyun eğmeye zorlamak için kurgulanmış belli merkezlerden yönetilen kamusal bir gösteridir, örgütlü bir manipülasyondur. Hakikat ötesi siyaset başarılı olduğunda kurbanlar artık kendi yargılarına güvenmezler. Manipülatörün taktiklerini benimserler, bağımsız sorgulama yeteneklerini bütünüyle yitirirler, otoriter muktedire tam bir teslim oluş hali sergilerler.(12)
Fetiş haline getirilen teflon karakterli otoriter liderler
Bilinçsiz kitleleri hakikat ötesi siyasete inandırma konusunda liderlerin yeteneği ve yandaş medyanın becerisi kadar kitlelerin buna nasıl ikna oldukları hususu da önemli. İşte bu noktada meta fetişizmi benzeri bir fetişizm devreye giriyor ve söz konusu lider adeta fetiş, mantıksızca vazgeçilemez bir takıntı haline getiriliyor.
Aşırı sağcı, otoriter popülist liderler Marx’ın ‘meta fetişizmi’ni açıklarken bahsettiği anlamda fetişleştirilirler. Zira meta, fiziki emek ve duyusal insan faaliyetinin yarattığı, ancak toplumsal ve tarihsel temelinden bağımsız bir yarı-tanrı haline gelen bir şeydir. Mübadele ve kâr toplumunda meta, Marx’ın ‘duyular üstü’ ve ‘toplumlar üstü nesnellik’ dediği şeyi üstlenir. Bu sayede, metanın kendisi bir nesne iken bile, bir öznenin özelliklerini alır. Kısaca, bir tersine çevirme işi yürürlüğe girer: Nesne (meta, pazar, fiyat) özne olurken, özne (insan, emek vb.) nesneye dönüşür. Böyle bir lider, en azından destekçilerinin gözünde, neredeyse toplum üstü bir nesnellik edinir, bu durum onu toplumsal yaşamın karmaşasının ötesinde bir yere taşır. Öyle ki sadakat ve ihanetten ahlaka, yozlaşmaya, iyi ve kötüye, kısaca hemen her konuda hüküm verebilen tek kişi haline gelir. Böyle liderler ayrıca toplumun gözünde, üzerine hiçbir olumsuzluğun, kötülüğün yapışıp kalmadığı teflon karakterlerdir. (13)
- Mallick her ne kadar bu tanımlamayı Pakistan toplumunun bir kesimi açısından fetiş haline gelmiş olan politikacı Imran Khan için yapıyor olsa da, bu tanımlama, benzer özelliklere sahip, otoriter, sağcı popülist siyasal İslamcı diğer politik karakterler için de geçerlidir.
Sonuç olarak
Neo-liberalizmin neo-otoriterlik ve neo-faşizm ile el ele yürüdüğü, ciddi ekonomik, sosyal ve ekolojik krizlerin yaşandığı, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı ve derin yoksulluğun emekçi kitlelerin hayatını zehir ettiği böyle bir dönemde dahi; ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı bir dile sahip, hakikat ötesi siyaseti temel siyaset biçimi olarak benimsemiş, gerektiğinde kılıktan kılığa bürünebilen, toplumun belli bir kesimi tarafından fetiş haline getirilmiş liderlere ve onların iktidarlarına olan kitle desteğindeki azalma beklenenden çok daha yavaş gerçekleşiyor.
Bunun birçok nedeni olabilir. Ama asıl nedeni (demokratik muhalefetin henüz kitleleri yanına alabilecek bir program ve paradigma ile sahneye çıkamamış olmasının yanı sıra), böyle fetiş haline getirilmiş olan politik figürlerin arkalarındaki devlet aygıtı, sermaye ve yaygın ve güçlü yandaş medya ağı sayesinde, hala hakikati yalana, yalanı hakikate dönüştürebilmeleri ve en azından kendi kitlelerinin önemli bir kısmını bu konuda ikna edebilmeleridir.
Bu yüzden de, sadece yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksulluk gibi ciddi ekonomik sıkıntıların varlığı ve bunun teşhir edilmesi böyle otoriter liderleri ve iktidarları devirmeye ve hakikat ötesi siyaseti ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.
Bu yönde bir ekonomik mücadelenin yanı sıra, barış ve demokrasi mücadelesinin ve kuşkusuz hakikat ötesi siyaseti etkisiz hale getirecek ve hakikatleri ortaya koyabilecek bir ideolojik mücadelenin kesintisiz olarak sürdürülmesi gerekir.
Anahtar sözcükler: Fetişizm, Hakikat Ötesi Siyaset, Kur Korumalı Milli Para, Kutuplaştırma, Neo-otoriterlik, Politik Manipülasyon, Popülizm.
Dip notlar:
- https://www.bloomberght.com/erdogan-kur-garantili-milli-parayi-hazmedemiyorlar (15 Ağustos 2022).
- https://www.haberturk.com/yazarlar/abdurrahman-yildirim-1018/3512599-butcede-acilma-zamani (16 Ağustos 2022).
- https://www.hmb.gov.tr/duyuru/2022-temmuz-merkezi-yonetim-butce-gerceklesmeleri-raporu (15 Ağustos 2022).
- https://www.dunya.com/ekonomi/genel-butce-gelirlerinde-tahsilat-orani-dusuyor-haberi (9 Ağustos 2022).
- https://www.dunya.com/finans/haberler/kkm-teminatli-ticari-kredi-donemi-haberi (18 Ağustos 2022).
- TCMB, Zorunlu karşılıklar hakkında tebliğ (Sayı: 2013/15)’de değişiklik yapılmasına dair tebliğ (Sayı: 2022/24), https://www.resmigazete.gov.tr (20 Ağustos 2022).
- https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/ekonomi/bireysel-iflas-dalgasi-geliyor-yurttasin-odeyemedigi-banka-borcu-305-milyar-liraya-ulasti (15 Temmuz 2022).
- Bullard, Seven Faces of “The Peril”, Federal Reserve Bank of St. Louis, Review (September 2010), s.339-352; J. Cochrane, “Do Higher Interest Rates Raise or Lower Inflation?”, Hoover Institution, https://bfi.uchicago.edu/wp-content/uploads/fisher, 2016; Stephen D. Williamson, “Neo-Fisherism: A Radical Idea, or the Most Obvious Solution to the Low-Inflation Problem?”, https://www.stlouisfed.org (5 July 2016).
- https://www.project-syndicate.org/commentary/correct-policies-to-fight-inflation-depend-on-context-by-dani-rodrik-2022-01(11 January 2022).
- Mathew Forstater, “Taxation and primitive accumulation: The case of colonial Africa”, The Capitalist State and Its Economy: Democracy in Socialism Research in Political Economy, Volume 22, 51–65 (2005), https://modernmoneynetwork.org (20 Ağustos 2022).
- Moisés Naim, The Revenge of Power: How Autocrats Are Reinventing Politics for the 21st Century, Martin’s Press (February 2022).
- https://theconversation.com/post-truth-politics-and-why-the-antidote-isnt-simply-fact-checking-and-truth (23 March 2018).
- https://socialistproject.ca/commodity-fetishism-imran-khan-populism (24 April 2022).