Pier Paolo Pasolini
İlk anılarımız görsel niteliklidir. Hafızada hayat bir sessiz film olur. Hepimizin zihninde, hayatımızın ilki veya ilklerinden bir tanesi olan bir görüntü vardır. Bir göstergedir o görüntü – dilsel bir gösterge. Dilsel gösterge olması demek, bir şey anlatması veya ifade etmesi demek. Benim hayatımdaki ilk görüntü, kasvetli ve loş bir yola bakan bir pencerede kıpırdamadan asılı duran beyaz, şeffaf bir perde. O perde bana azap veriyor, içimi daraltıyor: korkutucu veya çirkin bir şey değil, kozmik bir şey olarak. Bolonya’da doğduğum orta sınıf evinin ruhu o perdeye sinmiş ve onda vücut bulmuş. Perdeyle aşağı yukarı aynı tarihe denk gelen diğer görüntüler: cumbalı bir oda (ninem uyurdu orada); “düzgün” ağır mobilyalar; sokakta, içine girmek istediğim bir araba. Bu görüntüler perde kadar ıstırap vermiyor bana, oysa onlar da içine doğduğum küçük burjuva dünyasının ruhunu taşıyan o kozmik unsurun yoğunlaştığı şeyler. Akıldan çıkmayan bir rüya gibi hafızama sıkı sıkı tutunan bu nesneler ve görüntüler, “anılar” denen ve bir görüntüyle hemencecik geri gelen o koca âlemi tortulaşmış ve yoğunlaşmış halde barındırıyorsa, yani o nesne ve görüntüler, içinden bir şeyleri çekip çıkararak seyredebileceğim bir evreni saklayan birer muhafazaysa, demek o nesneler ve eşyalar muhafazadan başka bir şeydir aynı zamanda.
Gerçekte bunlar, kişisel olarak bende orta sınıf çocukluğunun dünyasını uyandırsalar da, o ilk anlarda benimle nesnel biçimde konuşan ve yeni, bilinmeyen bir şey olarak açıklanmayı bekleyen birer dilsel göstergedir. İşin aslı, anılarımın içeriği bu görüntülerin üstüne oturmuş değildi; içerikleri kendilerinindi. Onlar bana bu içeriği anlatıyorlardı. Yani anlattıkları esasen öğreticiydi. Bana nerede doğduğumu, nasıl bir dünyada yaşadığımı, her şeyden önce de doğumum ve hayatım üzerine nasıl düşünmem gerektiğini öğretiyorlardı. Bu, sözle ifade edilmemiş, değişmez ve tartışılmaz bir pedagojik söylem olduğu için, günümüzün yaygın tabiriyle otoriter ve baskıcı olması kaçınılmazdı. O perdenin bana söylediği ve öğrettiği şey, cevaba yer bırakmıyor(du). Onunla diyaloğa girmeye imkân veya izin olmadığı gibi, ondan kendi kendine ders çıkarmak da söz konusu değildi. İşte bu yüzden bütün dünyanın, o perdenin bana bellettiği dünyadan ibaret olduğuna inanmıştım…
Bir zaman sonra, araya başka “eşya konuşmaları” girmeye başladı, bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca görecektim onları. Bu yeni “eşya konuşmaları”nın çoğu, özellikle de ilk çocukluk günlerinden sonrakiler, baştaki konuşmalarla çelişiyordu. Yoksul evlerinin avlularında köylü işi eşyalar gördüm; işçi sınıfına veya daha alt sınıflara ait döşemeler ve mobilyalar gördüm; şehirli olmayan, varoş veya yoksul taşra manzaraları gördüm…
Ama o ilk görüntülerin bana bellettiği şeylere şüphenin gölgesi düşmesi için, daha sonraki görüntülerin söyledikleriyle aralarında apaçık bir çelişki belirmesi için, uzun zaman geçmesi gerekti. Baskıcı güçleri ve otoriter ruhları yıllarca galebe çaldı; benim kozmik mutlaklıktaki küçük burjuva dünyamdan başka bir dünyanın, hatta başka başka dünyaların var olduğunu anlamakta gecikmedim, doğru. Ama uzun süre, nesnelerle, fiziksel gerçeklikle öğrendiğim dünyam bana yegâne gerçek dünya gibi görünürken, diğerleri yabancı, ayrıksı, rahatsız edici ve gerçeklikten yoksun gibi göründü.
Bir çocuğa eşyalarla, nesnelerle, fiziksel gerçeklikle, yani içine doğduğu toplumsal koşulların maddi görüngüleriyle verilen terbiye, onun bedenine nakşolur ve ömrü boyunca kim olacağını belirler. Terbiye edilen, çocuğun ruhu kadar, bedenidir de. Bir insanın bedeninde, içinde yetiştiği toplumsal koşulları görebilirsiniz (en azından kendi tarihsel deneyimim böyle). Zira her insan, ait olduğu dünyayı oluşturan maddenin fiziksel eğitiminden geçmiş, bedenen onlarla şekillenmiştir.
Anne babasının söyledikleri, öğretmenlerinin ve nihayet üniversite hocalarının söyledikleri, çocuğa nesneler ve davranışlar aracılığıyla öğretilenlerin üstüne oturur ve onlarda billurlaşır. Yalnızca hayatı boyunca yanında olanlardan aldığı eğitim, eşyaların ve davranışların ona söylediklerine benzeyebilir – yani, kelimenin mutlak ve birincil anlamıyla, en az onlar kadar pragmatik olabilir.
Televizyonun bize öğrettikleri de müthiş önemlidir, zira televizyon bize birtakım varoluş ve davranış “modelleri” sunar. Spikerler, sunucular ve bu cinsten başka insanlık müsveddeleri mütemadiyen konuşup dursalar da, televizyonun gerçek dili eşyanın diline benzer: tamamen pragmatiktir ve hiçbir cevaba, alternatife, dirence izin vermez.
*e-skop.com’dan alınan bu yazı Pier Paolo Pasolini’nin “The First Lesson, Given to Me by a Blind” başlıklı metninden Elçin Gen tarafından çevrildi. <https://www.e-skop.com/skopyazar/pier-paolo-pasolini/151500>