Herdem Fırat
Son dönemde silahsızlanma tartışmaları gündemde önemli bir yer edindi. Selahattin Demirtaş’ın bir gazetede yayınlanan demecinin ardından bazı akademisyen, aydın ve siyasetçiler de yayınladıkları bir deklarasyonla silahsızlanma çağrısı yaptılar. Tabi silahsızlanma çağrıları yapıldığında hemen akla PKK’nin silahlı mücadelesi geliyor. Tartışma da bu minvalde sürüp gidiyor. ‘Kürt sorunu silahla çözülme dönemini geçmiştir’ denilip akabinde ‘silahlar miadını doldurdu’ diyerek ‘silahları bırakın’ çağrıları yapılıyor. PKK, silahlı mücadeleye son verir vermez, silahları bırakır bırakmaz; onu bilemem. Bu konu muhatapları ilgilendiren bir husustur. Ama söz konusu silah ve silahlı mücadele oldu mu temkinli hareket etmede fayda var.
Toplumsal sorunların silahla çözülemeyeceği tespiti doğru olmakla birlikte, koşul ve süreç gerçekliği göz önünde tutulmadan yapıldığında çok sakıncalı bir hal de alabiliyor. PKK ve Önderi Sayın Abdullah Öcalan sorunun diyalog ile çözülmesi için defalarca ateşkes ilanları ve çağrılar yaptılar. Hatta ‘Bir Muhatap Arıyorum’ adlı kitabında Sayın Öcalan bu konuda devletin ne kadar isteksiz olduğunu ve bir kliğin savaşın sürmesi noktasında ne kadar tahripkar rol oynadığını da belirtiyor. Ekonomik sorunlardan tutalım da toplumsal ahlak ve vicdanın çözülüşüne kadar her sorunun gelip dayandığı yer Kürt sorunu oluyor. O kadar kritik bir noktada duruyor. O açıdan ‘silahların bırakılması’ çağrısı ve gereğinin yapılması da elzem hale geliyor.
2013-2015 yılları arasında Kürt sorununun diyalog ile çözülmesi için bir süreç başlatıldı. Buna dair umutlar alabildiğine yeşerdi. Moraller yükseldi. Ancak iktidarın Kobanê’ye yaklaşımı özünde Türkiye’nin Kürt halkının temel haklarına dahi tahammül etmediğini gösterdi. Erdoğan’ın Kobanê için kullandığı ‘Düştü düşüyor’ söyleminden bu yana hiçbir şey demokratik bir rotada gelişmedi. Erdoğan hükümeti çözüm sürecine ‘Çöktürme Eylem Planı’ ile karşılık verdi. Şehirler yerle bir edildi. Şehirleri uçaklarla bombaladı. Tanklar, toplar, füzeler her türlü silah kullanıldı. O dönemden bugüne ara ara kimi durağan süreçler olsa da iktidar, Kürt sorununu silah ile çözme politikasından asla vazgeçmedi. Vazgeçmek bir yana yeni teknik ve stratejiyle bunu üst bir mecraya taşıdı. Daha önce sadece Türkiye sınırları dahilinde silah kullanılırken şimdi Irak, Suriye ve İran sınırlarında da silahlı saldırı yapıyor. Gün yok ki yeni bir saldırıda çocuk, genç yaşlı, kadın, HPG, YPG, YBŞ güçleri drone saldırılarıyla hayatını kaybetmesin. Tabi Türkiye’nin gözünde vurulan, etkisiz hale getirilen herkes teröristtir. Kendini bu şekilde savunuyor. Dünyaya da bu şekilde servis ediyor.
Tahran zirvesi ve Erdoğan-Putin görüşmesi sonrası hemen hemen tüm değerlendirmelerde ‘Rojava’ya saldırı için Erdoğan istediğini alamadı’ yorumları yapıldı. Evet, görünen o ki fiili bir işgal için istediği desteği alabilmiş değil. Ancak her iki görüşmeden sonra drone saldırıları çok yoğun bir şekilde arttı. Zaxo’da Arap turistler vuruldu. Aradan çok bir zaman geçmeden Rojava’da onlarca drone saldırıları yapıldı ve neticede aralarında birçok çocuk ve sivilin de olduğu onlarca kişi katledildi. Görünen o ki Erdoğan fiili saldırı için onay almamış olabilir ama diğer her türlü saldırıyı yapma izni almış. Bu kadar sivilin ölümüne sessiz kalan dünya kamuoyu bu şekilde saldırıları da onaylamış oluyor. Dün Qamişlo’da droneların hedefi olan iki bebeğin fotoğrafı haber ajanslarında geçiyordu. Görüntüler insanda öfke ve dehşet duygusu yaratıyor. Buna karşı sessizlik daha da çıldırtıcı oluyor.
Şimdi gelelim asıl konumuza. Tüm bunlar olurken acaba ‘silahsızlanma’ çağrıları ne kadar olumlu cevap bulabilir? Eğer silahlar bırakılacaksa bu katliamların olmayacağının garantisini kim verebilir? NATO son yaptığı toplantıda silahlı gücünü artırma kararı aldı. Bununla yetmeyip üye sayısını artırdı. AB ortak ordu kurma taslağını bitirdi, şimdi pratik süreç başlıyor. Ordu kurma yasağı olan Almanya silahlanma için çok büyük bir bütçe ayırdı. Aynı şekilde ordu kurma yasağı olan Japonya silahlı tatbikatlar yapıyor.
Kürt sorununun en büyük muhatabı Türkiye sorunu diyalogla çözme bir yana ‘insan avı’nda kullandığı droneları her geçen gün daha da geliştirmeyi öve öve bitiremiyor. Daha profesyonel bir orduyla insan öldürmeyi daha da profesyonel hale getiriyor. İşkence ve kaçırılma vakaları günden güne daha da artıyor. Şimdi böyle bir ortamda silahsızlanma çağrıları yapmak elbette önemli. Ama daha çok önemli olan bu çağrıların nasıl ve kime dönük yapıldığıdır. Bir diğer önemli husus da bu çağrılar yapıldığında ve olumlu cevap verildiğinde ne olacağıdır. Mesela silahlar sustuğunda sorun çözülecek mi? Müzakereler başlayacak mı? Top atışları, uçaktan fırlatılan füzeler, dronlar insanları katletmeyi bırakacak mı? Silahlar sustuğunda savaş gereçleri müzelerde mi sergilenecek yoksa iktidara dönük daha fazla tepkinin ortaya çıkmaması için daha aktif mi kullanılacak? Tüm bu soruların cevabı belirsiz.
Toplum silahsızlandırılıyor. Silahsızlanma sadece ‘ateşli araç-gereç’ anlamında kullanılmıyor. Toplumun kendini savunma mekanizması dağıtılıyor. Bu savunmasızlık hali içinde dünyadaki nerdeyse tüm devletler geleceğin savaş aracı diye nitelendirdikleri droneları silahlandırıyor. Her seferinde yeni bir silah tekniği entegre ederek ölüm makineleri olarak meydanlarda boy gösteriyorlar. Açıkçası böyle bir zamanda silahsızlanma çağrıları önemli olmakla birlikte hiç de gerçekçi durmuyor. Silahları en etkin ve zararlı biçimde kullanan devlet aygıtının kendisidir. Şiddeti doğuran ve yayan da aynı şekilde devlet aygıtının kendisidir. O yüzden hem dünyada hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de silah bırakmanın sonuç alabilmesi için önce devlet mekanizmasının silahları kullanma biçimi toplumun denetimine verilmelidir. Tüm devletler silahlanma yarışından vazgeçse o zaman sorunların çözümünde silah kullanma da anlamını yitirecek. Ancak bu olmadığı taktirde bilimsel bir ilke olan etki-tepki olayı işlemeye devam eder.