Toplumsal ayrımcılık ve ırkçı söylem; nefretin ve şiddetin yaygınlaştırılmasında her zaman başvurulan bir araç oldu bu ülkede. Düşünce farklılığı ve hak arama düşmanlığa dönüştürüldü. Bir arada yaşama bilinci yerine, yalan yanlış bilgilerle düşmanlık aşılandı ve körüklendi. Dışlayıcı aşağılayıcı ve ırkçı söylemlerle büyüdü kuşaklar.
Günümüzde de yaşanan problemlerin birçoğu, ötekileştirme ve ayrıştırma politikalarından kaynaklanmaktadır. Yönetimin toplumu homojen bir yapı olarak algılamadaki ısrarı ve toplum içerisindeki farklılıkların ötekileştirilmesi, toplumsal barışa ket vurmuş vaziyettedir.
Ötekileştirme ve ayrıştırma sorunu bugün artık devletin en başından uygulanan ve tavandan tabana yayılır bir politika haline gelmiştir. Bu alandaki yaftalamalar öyle etkin bir hal aldı ki, ya bendensin ya da düşmanımsın noktasına geldi. Sistem, yedeğine aldığı tüm devlet aygıtlarıyla ve çeşitli algı dayatmalarıyla toplumun geniş bir kesimini de buna göre biçimlendirdi. Böylece ırkçılığın sıradan ve olağan karşılandığı, birilerinin kendisini bu memleketin tek sahibi gibi görüp diğerlerini yok sayan, ağzına geleni söyleyerek kin ve nefret saçan bir toplum haline getirdi.
***
Hükümet, türlü oyunlarla savaş politikalarını ilerletmeyi ve gerçeklerin kimse tarafından duyulmaması için de özgür basın üzerindeki baskılarını yoğunlaştırıp haber ajanslarını, gazete ve yayınevleri üzerinde baskı uyguluyor, muhabirleri tutukluyor. Kitleler ise hâlâ olayların gerçek sebeplerini anlamaya çalışmak yerine, düşmanlık ve nefrete dayalı hamasete payanda oluyor. İşte huzur ve barışın önündeki en büyük engel de insanın bakış açısını daraltan ve her şeye kuşku ve düşmanlıkla baktıran bu ırkçı ve bağnaz mantalitedir.
Bir devlet politikası olarak da yıllardır kullanılan bu yöntem giderek yerini nefrete ve kine bıraktı. Kendinden olmayanı tehdit etme noktasına kadar gelindi. Bu tehdidin okları artık toplumun her kesiminden muhalif insanı hedef almış durumda.
Kişi belli ezberlerin ötesinde soran, araştıran ve sorgulayan bir durumda olmadığında ona belletilmiş ezberlerden, önyargılardan ve şablonlardan sıyrılamaz. Kendisine sunulan her şeyi gerçekmiş gibi algılar. Hele de kitle iletişim araçlarından pompalanan türlü algı oluşturma yöntemleriyle duyarlıkları köreltilen, dünyaya kendi gözleri ve duyarlıklarıyla bakamayan bireyler haline dönüşür.
İnsanı asıl da rahatsız eden şey; zalimlerin güce dayalı iktidarlarının ortaya çıkarttığı olumsuzluklardan, sorunlardan ayrı olarak adaletten, barıştan ve sevgiden dem vuran insanların da zalimlerin uygulamalarını benimser bir tutum içinde olmalarıdır.
Tam da bu noktada, uygulanan zulmün bir parçası haline getirilmeye çalışılan insana düşen, Rachel Corrie’nin ifadesiyle; “Zulüm bizdense, ben bizden değilim.” diyebilmektir. Çünkü insan imgesi tarih boyunca zulmün olduğu yerde direnenler, mücadele edenler sayesinde insani olana ulaşabildi.
***
Otoriter-baskıcı düzenler yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıkla sürdürebilirler. Adalet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz. Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir. Ama tarih her seferinde göstermiştir ki haklı talepler için mücadele edilen tüm yollar er-geç menzile varır.
“Mücadele eden kaybedebilir, mücadele etmeyen zaten çoktan kaybetmiştir.” der Bertolt Brecht. Toplumu ve toplum hayatını kıskaç altına alan zihniyete ve toplumsal muhalefet üzerindeki baskılara karşı, uyanık ve uyarıcı olmak, cesur ve mücadeleci olmak zorundayız.