Veli Saçılık
Otomobil, kapitalizmin nadide bir numunesi. Yalnızca ticari bir meta olarak değil, bundan öte, otomobilin motor ile çalışan bir makine olması, onu kapitalizmin minyatürü haline getiriyor. Sistemin mecbur olduğu, enerji problemi, merkezi makinenin çalışması ve ürettiği enerjinin çeperlere gönderilmesi, çeperlerden sürekliliği sağlayacak olan ikmal hattı, otomobilin üzerinde ilerleyeceği yol, üretimi sürekli kılmak için gerekli olan yan sektörler ve büyük iş bölümü. Bir otomobil üretim bandının ve bu bantta belirli bir disiplinle olabildiğince ucuza mal edilmiş araçları onu üreten insanlarla buluşturmanın ismi olan Fordist üretim.
Hız ve eğlencenin, daha doğrusu eğlencenin hız ile eşitlenmesini sağlayan, kapitalist kültür… Tüm bunlar olmadan kapitalizm olmazdı. 20. Yüzyılın eğlence ve siyaset tarihinin içinden, otomobili alırsanız, sahnede büyük bir enkaz kalır. Ya da tersinden şöyle söyleyebiliriz, Fransa 68’inin büyük devrimci dalgası, devlet şiddetinden ziyade, De Gaulle’un benzin/mazotu karaborsadan kurtarmasıyla sona erer, otomobillerine yakıt koyan, Parisliler güneye akın eder… Paris 68’inin o meşhur sloganı “Kaldırım taşlarının altında sahil var” işte bu yüzden yazılır duvarlara. Dolayısıyla, otomobil, yalnızca basit bir meta ya da basit bir üretim süreci olmanın ötesinde, insanların boş zamanlarına da hükmetmenin, onları sisteme büyük arzularla bağlamanın da aracıdır, ki Apaçi kültürü ya da 60’lı yıllar Avrupa ve ABD’sinde, James Dean’in isyankarlığında somutlanan, hızlı yaşa genç öl mottosu da otomobilleri ile kapitalist modernizmin sınırlarını zorlayan insanlarla ilgilidir.
Sovyetler Birliği, tanklarıyla Alman panzerlerini yenmeyi başardı ama Trabi ve Lada marka arabalarıyla, Avrupa ve Amerikalı otomobillere karşı her cephede yenildi. Bu bakımdan, otomobil yalnızca iktisadi bir mesele olmanın ötesinde, arzu ve boş zamanı organize etmenin de nadide bir aracı ve elbette bunun “yerli ve milli” olabilmesi iktidarlar açısından önemli. Örneğin, Almanya’nın güçlü bir ordusu yok ama onun sahip olduğu otomobil markaları, Türkiye vb. kara, hava, deniz, jandarma gibi bölük bölük ordulara sahip olan ülkelerden daha güçlü ve stratejik kılıyor. Bu durumu, en son, Çin-Tayvan krizinde gördük. Tayvan’ın güçlü bir ordusu yok, en azından Çin’in karşısında ama dünyanın bütün akıllı teknolojilerini domine eden çip teknolojisi var ve olası bir saldırı durumunda, çip üretiminin durdurulacağına dönük beyanat, dünyayı titreten Çin ordularına geri adım attırmış gibi görünüyor.
Dünya çipler ve akıllı teknolojiler üzerinden otomobil teknolojisinin, en azından geleneksel otomotiv teknolojisinin sonunu konuşurken, Türkiye Cumhuriyeti doğum lekesi olarak tüm genlerinde taşıdığı, korkak burjuva, ceberut devlet ilişkisinin bir sonucu olarak; Türkiye’yi yönetenler, Yerli ve Milli araba müjdelemeye devam ediyorlar. Yerli-Milli söyleminin üretimle, arabayla, uçakla alakası yok tabii ki. Barış masasının devrilip, topyekün savaş konseptinin başladığı gün bu söylem göndere çekildi. Önce “400 Yerli-Milli Milletvekili” sözüyle savaş başladı, sonra savaş gereçleri olarak yerli uçak, helikopter ve araba propagandası tedavüle konuldu.
“Yerli-Milli” otomobil, tıpkı 2012’de göklerde olacak olan yerli ve milli uçaklarla aynı kaderi paylaştı. Yerden kalkamadığı için “yerli” adını hakeden uçaklar henüz ufukta görünmüyor. “Görünmez” uçaklardan farklı olarak yerli arabanın prototipini sıkça görüyoruz. Tayyip Erdoğan’da zaten Bakan Varank ile birlikte mütemadiyen bu aracın önünde poz veriyor. Fakat, yerli araba dedikleri şey Çin tarafından satın alınmış Pinin Farrini isimli bir firmanın ürettiği ve patent hakları Türkiye’ye satılmış bir ürün. Geçtiğimiz yıl, yerli ve milli arabanın akibeti sorulduğunda, otomobilin sözcüleri, aracın parçalarını üretecek olan yabancı partnerlerin taahhütlerini yerine getirmediklerini söyleyip, ‘dış güçler’ kartına küçük bir göz kırptılar.
Avrupa’da tasarlanmış, patenti Çin’e satılmış, parçaları dünyanın her bir yerinden gelecek olan TOGG’u yerli-milli ilk otomobil saymaktan daha trajik olan şey ise, gerçekten yerli arabaları üretmiş olan TOFAŞ’ın sahibi KOÇ Ailesinin (Anadol, Marea, Egea, Doblo bunlardan bazıları) bu başarılarına bile sahip çıkmaktan imtina edecek kadar büyük bir korku içinde olmasıdır. “Gelene Ağam, gidene Paşam” demek Türk burjuvazisinin en karakteristik özelliği. Burjuvazinin korkaklığı, AKP’nin madrabazlığı, sistem muhalefetinin basiretsizliği… hepsinin beslediği ve beslendiği yer militarizm. Fakat ne olursa olsun, faşizm yolunda ilerleyenlerin arabası elbette devrilir.