AKP’de nefret bir duygu olmanın ötesinde bir mühendislik işidir. 1979’da kısa bir süre belediye başkanlığı yapmış bir insanı yaklaşık 45 yıl sonra diline almak nedir? Nasıl bir psikolojinin sonucu olabilir? Hangi ihtiyacın karşılığı olarak ifade edildi?
Özgür Amed
Erdoğan geçen gün Ordu ilinde program yaptı. Burada yaptığı mitingde şöyle bir cümle kullandı: “Artık terör diye bir bela var mı? Bu Ordu, terörün ne menem şey olduğunu gayet iyi bilir. Bu Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir. Onların bedelini bu Ordu çok ödedi çok, ama artık böyle bir şey var mı? Yok. Yardım ve benzeri sinsi görüntüler altında üretimimizi, sanayimizi, ticaretimizi kısır bıraktılar. Beşinci kol faaliyetleriyle ordumuzu, diplomasimizi, akademimizi, medyamızı kontrol altında tutarak, velhasıl bizi dört bir yandan kuşatarak adeta esir almışlardı…”
Önündeki promterin üç bölü dördü retorikten müteşekkil olan Erdoğan için ilk etapta normal görünen cümleler. Her yerde, ısrarla, sarf ettiği bir çerçeve bu. Fakat dikkat çekici şey, bu retoriğinin arasına ‘Terzi Fikri’yi de sıkıştırmış olması. Yetmiyor, “Onların bedelini bu Ordu çok ödedi çok, ama artık böyle bir şey var mı? Yok” diye teyit istiyor Ordululardan.
Hitap ettiği kitlenin kaçı meseleye vakıf bilmek zor. Lakin çok da önemli değil, Erdoğan bahsettiğine göre ya CHP ya HDP’lidir. Olmadı kesin ülkeye düşman, terör faaliyetleri içinde biridir bahsi geçen kişi, o da olmadı kesin dış güç veya lobi mobicidir. Zaten devamında beşinci kol, kuşatma, esir alma diyor. Tüm bunlar hitap ettiği kesim açısından verimli bir set!
1979’da girdiği seçimlerde büyük farkla kazanan Fikri Sönmez nam-ı diğer Terzi Fikri, Türkiye’de toplumcu belediye pratiğinin önemli adımlarından biri kabul ediliyor. Burada amacım uzun uzun Fatsa belediye deneyimini anlatmak değil, zira çok kısa sürede yaptıkları bugün kitap-tez konusu olmaya devam ediyor. Fatsa Belediyesi yönetimi, 11 Temmuz 1980’de ‘Nokta’ adlı askeri operasyonla görevden alınmıştı.
Mahkemedeki savunmasında “Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla beraber yaptım” diyen Fikri Sönmez, cezaevinde yaşamını yitirdi. Avukatı Haluk Türkmen “o işkenceler sonucu kalp krizi geçirerek öldü” diye not düşer tarihe.
Aynı yıl, 1979’da Batman’da da benzer bir pratik yaşanmaktadır: Edip Solmaz. Ağaç amblemi ile girdiği seçimde büyük başarı elde eder ve Batman’ın belediye başkanı olur. Emekli bir subay olan Solmaz’ın belediye başkanlığı 28 gün sürer. Çünkü silahla vurularak katledilir. Bu 28 günde yaptıkları ise hala demokratik yerel yönetimler felsefesi için köşe taşı olacak doneler içerir.
Edip Solmaz ve Terzi Fikret, farklı bölgelerde ama aynı devlet refleksinin hedefine, kristalize bir nefret kutbuna yerleştirildiler. Toplumsal düşünmeleri, toplumdan yana tavır koymaları en temel sorundu. Solmaz katledilir edilmez yerine askeriyeden biri kayyum olarak atandı. Görüldüğü üzere kayyum mantığı yeni değil, sadece bir rejim olarak inşası ve sistematize edilişi son beş altı yıla denk geliyor.
Aslında CB’nin bir Batman ziyaretinde de aynı sözleri Edip Solmaz için söylemesi abes olmaz. Fikret adının geçtiği yeri Edip Solmaz ile değiştirin, farklı bir kapıya çıkmıyor. Tabi burada ilginç şeyler var. Birincisi toplumcu belediye düşmanlığı hemen kendini ele veriyor. İkincisi aslında yerel yönetimler konusuna bakış, son derece onu ortadan kaldırmak isteyen bir arzudan sesleniyor. Üçüncüsü, bir rejim olarak kayyum gerçekliğinin hangi saiklerle ve yöntemlerle yapıldığı, bugünden bakınca çok da değişmediğini deneyimliyoruz. Dördüncüsü, nefret halinin sürekliliği gerçekten dikkate değer. (Solmaz’ın belediye pratiğini ondan örnek verdim)
Evet, AKP’de nefret bir duygu olmanın ötesinde bir mühendislik işidir. 1979’da kısa bir süre belediye başkanlığı yapmış bir insanı yaklaşık 45 yıl sonra diline almak nedir? Nasıl bir psikolojinin sonucu olabilir? Hangi ihtiyacın karşılığı olarak ifade edildi? Mahkeme savunmasında “Ben ne yaptıysam, halkım için, halkım ile yaptım” deyişinin bile bu serencamda etkili olduğunu düşünüyorum. Süreklilik içinde üretilen nefret politikası, devrimci kamuoyu mirası içinde yer alan her normun tek tek ele alındığını, üzerine kafa yorulduğunu da bize gösteriyor.
Yani metni yazanlar durup dururken Ordu’da nasıl bir mesaj verelim diye düşünürken akıllarına Terzi Fikri’yi kötülemek gelmedi. Biçilip tartılan bir söylem bu.
Şimdi benzer bir durumun tersten oluşuna sizi götürmek istiyorum. Kürt Opera Sanatçısı Pervin Chakar, pazar günü Twitter hesabından şöyle bir paylaşım yaptı: “Mayıs ayında konser vermek için Mardin Artuklu Üniversitesi konser salonuna dilekçe yazdık. Rektör gayet olumluydu. Daha sonra konser repertuarımı istediler. Repertuarımda Kürtçe eserlerin olması sebebiyle bana konser salonunu vermediler. Şehrimde konser veremememin hüznünü yaşıyorum.”
Tamam, burada da aslında yeni bir şey yok. Hatta AKP dönemi ve Kürt/Kürtçe’ye yaklaşım için böylesi şeyler artık haber değeri bile görmüyor. Dikkatimi çeken şey bu paylaşımın altına hızlıca cevap yazan AKP Merkez MKYK üyesi ve Sivil Toplum-Halkla İlişkiler Başkan yardımcısı Abdurrahman Kurt’un şu sözleri oldu: “Malesef Pervin hanım hiç ummadığımız bir tavırdı, biz de şaşırdık ve üzüldük bütün çabamıza karşın bir de meydan okumayla karşılaştık, ama olsun onları da aşacağız hiç üzülmeyin… Kendi yaptığımız yasal düzenlemeleri, geri verdiğimiz gasp edilmiş hakların kullanımını bile engelleyecek derecede korkakça tavırlar ve içimizden dost sandıklarımızdır bizi arkadan vuran maalesef.”
İnsan gerçekten utanıyor. Hayret ede ede artık küresel ısınmanın dengesini bozduk. Bir yandan sabah akşam küresel güç dengesinde oyun kurucuyuz de, diğer yandan Kürtçe yasağı karşısında da ee valla elimizden de bir şey gelmiyor ki, arkadan vuranlar var işte deniyor. Heh, tamam! Sorun çözüldü, rahatladık… A. Kurt burada tersten yükleniyor. Okuyunca diyorsun AKP iktidarda olsa demek ki Kürtçe ve Kürtçe yasaklarına dair tek bir sıkıntı kalmaz. Kurt kendi yazdıklarına kendisi de inanmadığı için çok uzatılacak bir şey yok; fakat yukarıda değindiğim Terzi Fikri’yi hedef almaya ihtiyaç duyan akılla kesişiyor bu kurnaz pratik!
Övgü ve yergi sarkacı adeta çok fonksiyonlu İsviçre çakısı gibi kullanılıyor. Biri Ordu’da 40 yıl öncenin son derece ahlaki bir davasına/ismine savaş açsın diğeri yasağın uygulayıcısı, karar merkezinde yer alan biri olarak durumu yerden yere vursun, günah çıkarsın… Başka bir arzunuz?
Orhan Kemal’ın 72.Koğuş adlı hikayesinde ifade ettiği üzere: “…Bunlar Allah’ın cebinden peygamberi çalan” tipolojiler.
Ne diyelim, Hayırlı işler AKP!