Yeni rejimin bir güç ve gövde gösterisi olarak, ne olursa olsun 29 Ekim’e yetiştirilmesini istediği, adından başka uçuş güvenliği dahil, hiçbir şeyin tartışılmasına izin vermediği 3.Havalimanı inşaatında yaşananlar, bundan sonra en ufacık bir itirazın nasıl karşılık bulacağı konusunda net bir cevap oldu.
Her ne kadar, Erdoğan kriz falan yok dese de, ekonomide iyi günlerin geride kaldığını, bol kepçeden harcama imkanlarının hemen hiç kalmadığını hepimizden iyi biliyor. Taze dış kaynak bulması için atması gereken adımların, iktidarını paylaşmak demek olduğunu da görüyor. Bu nedenle kaynaklar kıtlaştıkça, Kemal Can’ın deyimiyle “lütuf ekonomisi” kuralları daha katı bir biçimde çalışacaktır. Bunun ilk örneğini Havalimanı inşaatında gördük.
İnsanlık dışı çalışma koşullarına itiraz eden, sadece İş Kanunu ve 1988 yılında imzaladığımız İnşaat İşlerinde Güvenlik ve Sağlık başlıklı 167 No’lu İLO (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmesi ve diğer sözleşmeler ile güvence altına alınan çalışma koşullarına işverenin uymasını talep eden işçilere yönelik sert polis müdahalesi, bundan sonra rıza göstermeyenlere ne olacağını da söylüyor bize. Hele, 24 havalimanı işçisinin tutuklanması ve haklarını talep edenlerin terörist olmakla suçlanmasının açıkça ortaya koyduğu gibi sadece bir ekonomik kriz olmayan, yanısıra ağır bir toplumsal ve medeniyet krizi olan bu krizden çalışan kesimin çok ağır yaralı çıkacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Anayasa denetiminin olmadığı bir rejimde İLO sözleşmeleri bir yana temel haklardan dahi bahsedilemez. Kaldı ki, hak talep edenlerin yerini alacak, köle koşullarında çalışmaya razı milyonlarca mültecinin olduğu demokrasi dışı bir ülkede, ücret ve sosyal haklar mücadelesi zaten baştan kaybedilmiştir.
Dolayısıyla bugüne kadar yaşanan tüm irili ufaklı krizleri “güvenlik” krizi olarak paketleyip, devletin bekasına karşı bazen iç bazen dış tehdit olarak sunarak, gücün tek elde toplanması için basamak yapan bir iktidarın, gerçek bir ekonomik krizle karşılaştığında demokrasinin son kırıntılarını da yok etmesi sürpriz değildir.
Bundan sonra, işçilerin ve tüm çalışanların hak taleplerini polisiyle, mahkemeleriyle, yandaş yazarlarıyla top yekün şeytanlaştıran bir medeniyet kaybını çok daha sık ve derin yaşayacağız. Otoriter yönetimler itaatkar çalışanlara ihtiyaç duyarlar. Çünkü onların rejiminin görkeminin dışa vurumu için ucuz işgücü olmazsa olmaz…
Yeni Akit gazetesi yazarı asgari taleplerinin karşılanması için eylem yapan ve gözaltına alınan 3. havalimanı işçileri hakkında “bu itler, bitlendik falan diyorsa, üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki şeytanı çıkartacaksın!” diye yazabiliyorsa, mahkemeler ücretlerini zamanında almak ve yatakhanelerinin tahta kurusundan arındırılmasını isteyen işçiler için tutuklama kararı verebiliyorlarsa, sebep budur. Tüm işaretler, 24 Haziran ile birlikte adım attığımız yeni rejimde, ekonomik kriz ile birlikte yeni bir faza geçtiğimiz yolunda. Bundan sonra çok daha keskin hatlarla neyin milli mesele olduğuna tek bir otorite karar verecek.
Havalimanı, ekonomik krize rağmen yapımından vazgeçilmeyeceği açıklanan Kanal İstanbul, dünyanın en lüks uçağının Cumhurbaşkanı’nın özel uçak filosuna katılması bir kez milli mesele ilan edildikten sonra tartışma bitecek. Emir, talimat, zorlama ve korkutma devreye girecek. Tüm eleştiriler ve muhalefet komplocu, düşman ya da hain ilan edilerek, “benim yanımda yer almayan düşmandır” ilkesinden artık taviz verilmeyecek. Tıpkı tutuklanan işçilerden birinin ailesinin AKP’li olup olmadığına değil, rıza gösterip göstermediğine bakıldığı gibi, her itiraz iktidar ve destekçileri nezdinde hıyanetin, iç düşmanın cisimleşmiş hali olarak değerlendirilecek.
Gerçekte kendi içinde düşman barındırdığına inanan bir topluluk, toplum olma niteliğini çoktan yitirmiştir aslında. Ve bu çok ağır bir medeniyet kaybıdır. Bugün Türkiye’de iktidarın ve onun tetiklediği, kışkırttığı, yönlendirdiği çevrelerin sergiledikleri manzara, başka ülkelerde geçmişte veya günümüzde benzer durumlarda görüldüğü gibi, ülkeyi ekonomiden topluma topyekün bir çöküşe sürüklemektedir. Demokrasimizin ve kurumlarımızın ölümü karşısındaki sessizliğimiz ise bugün otoritenin sahip olduğu en büyük güçtür.