Zafer Yörük
Temmuz, Ortadoğu’da diplomasi trafiği açısından sıcak geçti. ABD başkanı Biden’ın Cidde’de katıldığı Körfez Ülkeleri zirvesinden beklediği sonuçları alıp almadığı tartışılırken, Erdoğan’ın Tahran ziyareti vesilesiyle Putin’in de katılımıyla bir Astana zirvesi gerçekleşti. Burada da Erdoğan’ın Rojava operasyonuna yeşil ışık umudunun tamamen kırıldığı görüldü. Hemen ardından Zaho’da, resmi yalanlamalara rağmen failinin TSK olduğu bariz bir toplu cinayet gerçekleşti.
Diplomasinin tıkandığı yerde şiddetin başladığı söylenebilir ama bu sivil katliamının diplomatik hüsran sonucu bir tepki patlamasından ibaret olması yeterince inandırıcı görünmüyor. Son tahlilde kolektif akıl içerdiği varsayılan devletlerin bu tür duygusal reflekslere sahip olması pek vaki değildir. Devlet aklı ya da strateji çerçevesinde bakıldığında, Türkiye’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde güneye doğru geniş bir alanı ‘insansızlaştırma’ hedefi doğrultusunda bir hamledir. Zaho’dan doğuya uzanan sınır yakınlarında son iki yılda resmi Türk failler tarafından öldürülen Kürt köylülerin sayısı zaten 150’ye ulaşmıştı. ‘Terörizme’ lojistik destek kaynakları olarak görülen Kürt köyleri boşaltılmaya çalışılırken bölgedeki Süryani/Asuri köyleri de sistematik olarak hedef alınıyordu. Ama bu toplu cinayetin diğerlerinden farkı, hedefteki sivillerin Bağdat, Necef ve diğer bölgelerden tatil amacıyla bölgeye geldikleri bilinen Arap aileler olması. Bölgedeki Türk güçlerinin bu olgudan haberdar oldukları kesin. Yani hedef bilinçli seçilmiş.
Bağdat, Erbil ve Tahran’dan Türkiye’nin Irak’taki varlığına karşı tepkiler yükselmekte gecikmedi. Irak Başbakanı Kazımi’den Şii lider Mukteda El Sadr’a kadar siyasal yelpaze Ankara’yı suçluyor. Irak, TSK’dan ülke topraklarından çıkma çağrısında bulundu. Elçilik ve konsolosluklar protestocuların ablukası altında. İran’ın da katliamdan Türkiye’yi sorumlu tuttuğu görülüyor. Birkaç yıldır Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında kalıcı üsler kurmakta olan Türkiye, bu kez oldukça zor durumda bulunuyor.
Osmanlı’nın son döneminde İttihatçı iktidarın güçlü kanadını temsil eden Enver’in doktrini ‘büyümezsek küçülürüz’ olarak özetlenebilir. Bu stratejinin Cihan Harbi’nde yaşadığı iflasın içinde öne çıkan Kemalist argüman, savunulabilecek sınırlar içinde kalma tezini getirmişti. ‘Dışarıya açılırsak elimizdeki toprakları da kaybederiz’ şiarıyla hareket eden Kemalistler çevre ülkelere yönelik yayılmacı değil savunmacı bir siyaset uyguladılar. Erdoğan yönetimi altında yeni-Osmanlıcılık yönelimiyle Enverist İttihatçılığın da hortladığı görüldü. Girit, Libya, Musul, Şam hepsi askeri ve siyasi yayılma dairesi içinde görülmeye başlandı. Milyonlarca dolar harcandı, yüzlerce genç insan hayatını kaybetti. Bu maksimalist maceracılığın son yıllarda adım adım çamura saplandığı görüldü. Türkiye, Libya’dan ve Doğu Akdeniz’den çekilirken, PKK ile mücadele ve mülteci yerleşimi gibi gerekçelerle Irak ve Suriye’de varlığını sürdürme çabası içine girdi. En son Nisan ayında Zap’ta başlayan operasyonun içinde bulunduğu açmaz bir yanda, Suriye’de Tel Rıfat ve Menbiç bölgesine de giremeyeceği ortaya çıktı.
İşte bu sıkışma içinde Enverist yayılmacılık belki de son barutunu Zaho’da atmış bulunuyor. Bundan sonra adım adım Kemalist doktrine dönüşe tanık olabiliriz. Tabi böyle bir stratejik manevranın yüksek mevkilerde kurban vermeden gerçekleşmesi imkansız. Bundan sonra Enverist faturanın kime kesileceğini hep birlikte göreceğiz.