Ertuğrul Kürkçü
Hiçbir şey devletlerarası ilişkilerin, iki yüzlü, ahlak ve onur yoksunu karakterini ve halklara ve onların hak ve özgürlüklerine düşman doğasını Rusya ve İran diktatörlerinin, Türkiye’nin diktatörüyle Tahran’da yayınladıkları ortak bildiri kadar dolaysız yansıtamaz.
Putin ve Reisi’nin yüzleri, Siyasi İslam’ın saldırısına karşı askeri ve siyasi destekleriyle ayakta tuttukları Suriye’ye ABD ile ortaklaşa “rejim ihracı” için Müslüman Kardeşler ayaklanmasını kışkırtan, müdahale gerekçesi oluşturması için planlı bir biçimde Türkiye’yi Suriye’den gelen büyük göç dalgasına açan, göçleri insanların yerinden edilmesine dönük saldırıları kolaylaştırarak kışkırtan, Türkiye içindeki göç merkezlerini Müslüman Kardeşler’in eğitim kamplarına dönüştüren, bu kamplardan Suriye içlerine rejim güçlerine karşı akınlar düzenlenmesini kolaylaştıran, Obama yönetimiyle açık işbirliği halinde yürüttükleri “eğit-donat” programları çerçevesinde Türkiye’de oluşturulan askeri bölgelerde “Milli Ordu” adı altında bir istila ordusu kuran ve on binlerce hayatın sönmesinin baş müsebbibi olan Erdoğan’la birlikte şu satırların altına imza atıp dünyanın önüne çıkarken hiç kızarmamış:
“Devlet Başkanları […] Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine olan kuvvetli bağlılıklarını vurgula[dılar]… Bu ilkelere evrensel olarak saygı gösterilmesi ve kim tarafından yapılırsa yapılsın hiçbir eylemin söz konusu ilkeleri zayıflatmaması gerektiğine işaret ettiler.”
Aynı devlet başkanlarının yüzü “[…] Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri dahil olmak üzere, terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler oluşturulmasına dair her türlü girişimi reddetmişler ve […] ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını vurgulamışlardır” derken de kızarmamış hiç.
Rusya ve İran’ın, Erdoğan’ın Obama’yla bir olup, hamisi ve banisi oldukları Suriye’nin ümüğüne çökmesine diyecek bir şeyleri yok ama Şam yönetiminin terkettiği Rojava’yı BM DAİŞ karşıtı uluslararası koalisyonunun desteğiyle DAİŞ istilacılarına karşı on binlerce hayat vererek savunan devrimci güçlerin kurtardıkları bölgelerde kendilerini yönetmelerini “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsü” olarak suçlayacak kadar Birleşmiş Milletler ilkelerine bağlılar öyle mi?
Bunun literatürde “ikiyüzlülük” dışında bir karşılığı yok.
Ama bu ikiyüzlülük İran ve Rusya ile Erdoğan Türkiyesi’nin ortak yaşam ilkesi… Reisi ve Putin, Erdoğan Ankarası’nın “Suriye’nin toprak bütünlüğü” ve “egemenliği”nin en büyük düşmanı, Suriye’yi çökerten iç savaşın en etkin muharriki olduğunu onun yüzüne asla vurmayacaklar, bu bildiriye soktukları “örtük” ifadeleri ona NATO’da Truva atlığına devam etsin diye “rüşveti kelam” faslından sunacaklar fakat kendi bildiklerini okuyacaklar. Bu da, o ikiyüzlülük aleminin bir başka cilvesi.
Erdoğan Tahran’dan Ankara’ya elinde Menbiç ve Tel Rıfat’a saldırma ruhsatıyla değil ama, Kürtlerin Rojava’da onurlarıyla kazandıkları “özyönetim” hakkını “gayri meşru” ilan eden bir varakpareyle dönüyor. Bu, Erdoğan’a Rusya ve İran tarafından verilmiş “Kürtlere karşı askeri istila dışında her yol serbest” imtiyazıdır. Bu uğursuz ortaklığın gayri meşru sonuçları ne yazık ki gelecek günlerde Rojava halkının yaşam ve özgürlüğüne yönelik yeni türden tehditler olarak zuhur edecektir.
Bu yalnızca “Asyatik despotluklar” arasındaki ilişkilere özgü bir sonuç değil. NATO Zirvesi öncesinde Finlandiya ve İsveç de “Rus istilası” olasılığına karşı güvence olarak gördükleri ABD şemsiyesi altına sığınma kaygısıyla Erdoğan’ın kendilerinden “ayak bastı parası” olarak istediği Kürt düşmanlığı rüşvetini ödemekte hiç tereddüt etmemişlerdi.
Toplumsal adalet, özgürlük ve refah listelerinin birinci ve ikinci sıralarını kimselere kaptırmayan bu iki devlet imzaladıkları ortak memorandum çerçevesinde Erdoğan’a Kürtlere karşı “yasalarını değiştirme sözü” verirken hiç mahcubiyet çekmemişlerdi:
“[…] Finlandiya 1 Ocak 2022 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Yasası’nda yaptığı bir dizi değişiklikle cezalandırılabilir terör suçları kapsamına yeni faaliyetler eklemiştir. […] İsveç, yeni ve daha etkin bir Terör Suçları Kanunu’nun 1 Temmuz itibariyle yürürlüğe gireceğini ve hükümetin terörle mücadele mevzuatını daha da tahkim edeceğini teyit eder.”
Egemen devletler Birleşmiş Milletler’in kuruluş ilkelerini ve sözleşmelerini kendi egemenliklerinin dokunulmazlığından ibaret sayma görmezliğiyle malul olsalar da o belge ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinin uluslararası ilişkilere taşıdığı devrimci ilkeleri de kapsıyor ve esasen ahlaki bağlayıcılığının kaynağını da egemen devletlerin güvenlikçi otoriteryanizminden değil, bu kurtuluşçu ilkelerden alıyor.
BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 1. Kısmının, 1. Maddesi’nin 1. Paragrafı -yani baş ilkesi- şudur:
“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hakka dayanarak kendi siyasal statülerini özgürce belirler ve ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce sürdürürler.”
Ankara’nın Doğulu ve Batılı müttefikleri, ülkelerindeki demokratik ve toplumcu basınçlar altında Kürtlerin “kendi kaderini tayin” hakkı yönünde ne zaman bir adım atsalar, Ankara’nın “olay çıkarma” tehdidi karşısında “egemenliğine kurban olurum” diyerek iki adım geriye atarak birbirlerine daha çok yaklaşıyor ve benzeşiyorlar. Egemenler bu tarzı siyasette ne hikmet bulurlarsa bulsunlar, insanlık tarihinde “Tavşana kaç tazıya tut” siyasetine değer biçildiği hiç görülmemiştir. İnsanlığın parıldayan yüzü, sömürge egemenliğinden kurtuluş mücadeleleriyle aydınlanıyor.