Ertuğrul Kürkçü
Her şey olması gerektiği gibi olur, “en iyi senaryo” gerçekleşirse, Türkiye, bu yıl Recep Tayyip Erdoğan’ın organizatörlüğündeki “15 Temmuz şenlikleri”nin sonuncusunu temaşa eyliyor olacak…
Gerçekten de her şey yolunda gidecek ve 15 Temmuz 2023’te Türkiye yedi yıl boyunca içinde debelenmeye zorlandığı, bilincini, vicdanını, ahlakını, kültürünü, eğitimini, siyasetini, diplomasisini, çarşısını, pazarını, mahallesini, dinini, diyanetini, maneviyatını ve zihniyetini kirleten büyük yalandan -“hain bir darbe teşebbüsüne maruz kalan AKP iktidarının halkın başına geçerek darbeyi püskürttüğü” ve milletin sonunda layık olduğu post-modern sultanlığa kavuştuğu kurgusundan- kendisini bir kerede ve tam anlamıyla özgürleştirmeyi başarabilecek mi?
Toplumun, modern tarihi boyunca elde etmiş olduğu bütün kazanımlara yönelik en kaba ve hayasızca saldırının saldırganın “mağduriyet” anlatısına büründürüldüğü; haklarına, özgürlüklerine, vicdanlarına ve haysiyetlerine dolaysızca saldırılanların saldırganın mağduriyetine onunla birlikte dövünmeye zorlandıkları sado-mazo ayinlerin son bulacağı bu “en iyi senaryo”da, bütün o yedi yıl boyunca dile yerleşen “ortak söylem”de ifadesini bulan bilinç yitimi bir çırpıda telafi edilebilecek mi?
Bugün, bu korkunç yalanın “güçlendirilmiş parlamenter sistem”le ikamesi adına ayağa kalkanlar, onun toplumun yaşamı ve bilincini bunca zaman boyunca böyle kirletip tahrip etmesindeki paylarının saldırganınkinden hiç de az olmadığıyla yüzleşebilecek ve gelecek kuşakların gerçek bir dönüşüm için sağlıklı bir muhasebe yapabilmesinde üzerlerine düşen rolü bu kez oynayabilecekler mi?
“15 Temmuz darbe girişimi” denilen şeyin, onun mağduru rolünde toplumun önüne çıkanların kendi eseri olduğunun tam da en yüksek perdeden haykırılacağı hakikat anında, 16 Temmuz 2016’daki “ortak açıklama”sında TBMM’nin 15 Temmuz’un hakikatini “milletten” esirgemiş olmasının, “Gazi Meclis”in o darbeyi sevk ve idare edenlerle “birlikte ağlaması”nın sonraki yedi yıl boyunca toplumun başına gelen “büyük felaket”in giriş bölümü oluşturduğunu kabullenebilecekler mi?
Oysa, çoktan yerle bir olmuş müesses nizamın ve statükonun korunması kaygılarıyla kendini aldatmayan Halkların Demokratik Kongresi Eş Sözcüleri olarak Gülistan Kılıç Koçyiğit’le birlikte 17 Temmuz 2016’daki basın açıklamamız, pekâlâ başka bir anlatının ve elbette başka bir mücadele stratejisinin mümkün olduğunun da deklarasyonuydu. Hatırlayalım:
“Başbakan Yıldırım tarafından başlangıçta bir “kalkışma” olarak nitelenen isyanın, bastırılmasının ardından “darbe” olarak nitelenmesi, durumu açıklamaktan çok hükümete ‘kurtarıcılık’ atfetmekle ilgilidir. 15 Temmuz, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat askeri darbelerinden çok, Albay Talat Aydemir önderliğindeki 21 Mayıs 1963 isyanı türünden bir kalkışmaydı.
“15 Temmuz’un yenilmesi, toplumun hükümet önderliğinde gösterdiği ‘demokratik direniş’ten çok, kurmay aklından nasipsizliği, maksat ve hedefinin belirsizliği, silahlı kuvvetler komuta hiyerarşisinin ve kıtaların onayından yoksunluğu, hiçbir toplum kesimi ve uluslararası camianın desteğine layık görülmeyişiyle, en başından beri yenilgiye mahkum olmasıyla ilgilidir.
“Olayların gidişi, hükümetin ve Saray’ın olacaklara ilişkin olarak toplumla paylaşmadıkları bir istihbarat ve öngörüye sahip olduklarını, isyanı Cumhurbaşkanı ve diğer hükümet yetkililerini güvenli alanlara çekerek karşılamaya hazırlandıklarını, isyanın bastırılmasını, rakiplerinin tasfiyesi ve Erdoğan’ın ‘tek liderlik’ hamlesi için bir kaldıraç olarak değerlendirmeyi planladıklarını gösteriyor.
“15 Temmuz’un bastırılması, Türkiye’yi bir ‘darbe’den kurtararak ‘demokrasi’ ve ‘halk egemenliği’ne iade etmiyor. Türkiye 8 Haziran 2015’ten bu yana Tayyip Erdoğan önderliğinde bir darbe sürecinden geçiyor:
“7 Haziran seçim sonuçları geçersiz sayılarak, atanmış Ahmet Davutoğlu hükümeti eliyle Kürt halkına karşı başlatılan savaş ortamında gerçekleştirilen 1 Kasım “silahlı seçimleri”yle darbe sürecinin birinci aşaması geçildikten sonra; Davutoğlu kabinesi düşürülerek, hükümetin Binali Yıldırım eliyle Saray’a bağlanmasıyla ikinci aşama tamamlanmıştı.
“15 Temmuz isyanı, Silahlı Kuvvetler ve Yargı’daki tasfiye operasyonlarıyla Saray darbesinin üçüncü aşamasına geçilirken patlak verdi. 15 Temmuz’un ertesi günü tutuklanan askerlerden çok daha fazla sayıda savcı ve yargıcın tasfiyesi, Saray darbesinin devlette yol açtığı iç çatışmanın derinliğine ilişkin açık bir fikir veriyor.
“Saray ve hükümet, politik partilerin ve toplumun bir askeri müdahaleye karşı gösterdiği haklı ve meşru tepkiyi toplumsal uzlaşma ve çözüm yolunda demokratik bir uzlaşı için değerlendirmek yerine istismar ederek, alanları güvenlik güçlerinin eşlik ettiği mezhepçi gösterilerle işgal altına alarak, 15 Temmuz’un yenilgisini bütün rakip ve hasımlarından intikam almak için bir fırsata dönüştürmeye yöneliyor.”
HDK açıklaması çıkış yolunu da şöyle işaret etmişti:
“Halkların Demokratik Kongresi, Saray’ı ve hükümeti askeri isyanın bastırılmasını tek adam rejimine geçişe verilen bir onay olarak değerlendirmekten uzak durmaya; halklarımızı Türkiye’yi eşit ve özgür yurttaşların ortak vatanı olarak yeniden kurmak üzere acilen bir demokrasi cephesi inşası için harekete geçmeye çağırıyor.”
Bunları o gün dile getirmekti önemli olan, iş işten geçtikten sonra değil. Bakmasını bilenler bu cephenin “Yenikapı”da kurulamayacağını, Yenikapı’dan geçilerek ancak Beştepe’ye varılabileceğini görüyorlardı.
Şimdi, fırsatın yüzünü bir kez daha döndüğü toplum, Beştepe’deki “işgal”i sonlandırma anına yaklaşırken, doğru bir muhalefet stratejisi adına hem o gün hem bugün somut gerçekler ve doğru ilkelerden hareketle zalimin yüzüne karşı hakikati haykıranlara kulak kabartmak için henüz geç kalmış sayılmaz.