Hicri İzgören
Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Diyarbakır’da kurulmuş bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak kurulduğu günden (2010) bu yana son derece değerli çalışmalara imza atıyor.
Kendi misyon ve ilkeleri doğrultusunda; Diyarbakır öncelikli olmak üzere, ekonomik, sosyal ve siyasal konularla ilgili olarak, konunun uzmanları vasıtasıyla araştırmalar yaparak mevcut durumun tespitini yapmayı ve bu bilgilerin ışığında ilgili kurumları zorlayarak sorunların çözümüne katkı sunmayı hedefleyen DİTAM, iki gün önce de “Kürt Sorunu Bağlamında Kürtlerin Türkiye Medyası Algısı” başlılığıyla hazırlamış olduğu araştırma raporunu medya ve kamuoyuyla paylaştığı bir toplantı gerçekleştirdi. Türkiye medyasının başta çözüm süreci olmak üzere Kürt sorununa yaklaşımına ve bu konuda Kürtlerin algısına odaklanan saha çalışmasının bulgularını paylaştığı ve tartışmaya açtığı bu toplantıda, Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğünün güncel durumu da değerlendirildi.
DİTAM yönetim kurulu başkanı olarak Mehmet Vural’ın açılış konuşmasıyla başlayan ve Başkan Yardımcısı Meral Özdemir’in yönettiği oturumda; araştırma kapsamında Doç. Dr. Sevilay Çelenk, araştırma bulguları üzerine de proje koordinatörü Halil Beyhan bilgi verdi.
Değerlendirme sonrasında dünden bugüne ifade özgürlüğü ve Kürt medyasının güncel durumu da konuşuldu.
Kitaplaştırılan bu çalışma bize düşünmek için bir fırsat oluşturuyor.
Değişimin insanlık tarihinde her açıdan birçok gelişmenin de tarihi olduğunu biliyoruz. Geçmişin metotları yetersiz kaldığında, hayatın tıkandığı noktalarda yeni yöntemler geliştirmek gerektiğini de. Oysa Türkiye eski ezberleriyle volümü giderek yükselen çatışmalı bir ortamı sürdürmeyi tercih ediyor.
Kürt sorununda Türkiye’nin en büyük çıkmazı, olayı bir asayiş sorunu olarak algılaması ve ona odaklanmasıdır. Gerek hükümetin gerekse genel olarak devletin bu konuyu yanlış olduğu artık iyice anlaşılmış olan bir paradigma çerçevesinde düşünmeye devam etmeleridir. Oysa Türkiye’nin bu konuda paradigma değişimine ihtiyacı var.
Paradigma değişiminin ima ettiği zihinsel sıçrama, daha önce sahip olunan kimi köklü fikirleri, bağlılıkları terk edebilme cesaretini gerektirir. Türkiye bu cesareti gösteremedi. Oysa dünyanın değişik yerlerinde yaşanan çatışma süreçleri konusunda yeterli deneyim ve birikime sahipti.
Bu imkan kullanılmadığı gibi toplum kutuplaştırılarak sorun giderek büyüdü. Bu duruma siyasetin ve yedeğine aldığı medyanın ötekileştirme ve düşmanlaştırma söylemiyle gelindi.
Yıllarca kin ve nefret kültürüyle eğitilip yetiştirildi bu ülkede insanlar. Siyaset erbabının kışkırtıcı, ayırımcı ve önyargılı dili de eklenince, Türkiye’de zaten öteden beri var olan düşmanca algı ve tutumlar giderek büyüyen bir soruna dönüştü. Medya bu konuda her dem bir araç olarak kullanıldı.
Gelinen noktada toplumdaki korku yaygın bir durum artık. Çünkü durmadan paranoyalar üretti ve bu yüzden de hep sindirme, dayatma ve yok etme çabasında oldu bu devlet. Başkalarının kendisinden farklılıklarını kabul etmemek, buna saygı duymamak ve bunu reddetmek üzerine kurdu paradigmalarını. Buna karşı duranları da düşman belledi. Bu konuda sahibinin sesi konumuna getirilmiş olan medyanın payı büyük.
Hükümet bu devasa sorunu “güvenlik ve asayiş” noktasına indirgemiş durumda. Oysa bugün Türkiye’de bir asayiş sorunu değil, demokratikleşme sorunu vardır. Eşit, adaletli bir yapı kurulmadan sorunlar bitmez, hiçbir inzibati, polisiye önlem sorunların üstesinden gelemez. Böyle bakılmadan demokrasi anlayışı kazanılamaz.
Ortak bir gelecekten söz edilecekse, eşit, özgür ve güven içinde yaşamak isteyen herkesin; şiddeti yaratan nedenler üzerinde düşünmesi gerekiyor.
Yaşadığımız acılar, kayıplar, defalarca göstermiştir ki, her türden şiddet ve baskı çözüm getirmiyor.
İnsan hayatını temel almayan, yaşamı siyasetin merkezine koymayan hiçbir sistem olayların üstesinden gelemez.