İdlib operasyonu ha başladı ha başlayacak derken 17 Eylül’deki Soçi’de Vladimir Putin ve Tayyip Erdoğan arasında gerçekleşen görüşmenin ardından operasyonun ertelendiği duyuruldu ve Nusra dahil tüm cihatçı grupların ağır silahlarıyla çekilmesini sağlama görevi TSK’ye verildi.
İdlib’de sıkışan, artık iktidarı ele geçirme iddiası kalmayan, gidecek başka yeri de bulunmayan, öyle ya da böyle tasfiye edilmeyi bekleyen, kimisi uzlaşmak isterken kimisi sonuna kadar savaşmaya kararlı, bir kısmı AKP güdümünde bir kısmı Erdoğan’a güvensizliğini gizlemeyen, Türkiye içinde örgütsel uzantıları, destekçileri ve eylem kapasiteleri bulunan, kimin elinde paylayacağı belirsiz bir bombaya benzetebileceğimiz onbinlerce cihatçıyla uğraşma ihalesi Türkiye’ye kalmış durumda.
AKP medyasına bakarsak Erdoğan bir zafer kazandı. Çünkü Türkiye’ye bölgedeki inisiyatifini sürdürme şansı tanınıyor. Putin’in yüzüne bakarsak hınzır bir gülümseme. Çünkü İdlip operasyonunu Suriye’ye askeri müdahale gerekçesi yapmaya çalışan NATO kampının gerekçesi elinden alındı ve düşman kampın zayıf halkası Türkiye bir süre daha Rusya’nın karşısında değil de yakınında durmaya ikna edildi. Şam hükümetinin açıklamasına bakarsak Esad da durumdan şikayetçi değil. Çünkü anlaşma Suriye’nin egemenlik haklarını yadsımıyor, Şam er ya da geç kendi topraklarının tamamında egemenliğini yeniden sağlayacağını söylüyor ve şimdi bu egemenliğin tesisi yolunda ciddi bir maliyeti Türkiye’ye yüklüyor.
Türkiye bir ihale kazanmadı, ihale Türkiye’ye kaldı. Nihai hedefi İdlip’in yeniden Şam kontrolüne girmesi olan bir yolda cihatçıları zapt etmek, belli bölgelerde silahsızlandırmak, Rusya’nın askeri üslerine ve Suriye ordusu kontrolündeki topraklara saldırmalarını engellemek, İdlip’ten geçen Lazkiye-Halep ve Halep-Şam otoyollarını güvenli bir şekilde açmak, “terörist” kabul edilenleri kendi örgütsel yapılarını tasfiyeye ikna etmek, Çin’den gelen binlerce Türkistan İslam Partisi üyesi gibi Suriye’de istenmeyen, Çin’e dönmesi de mümkün olmayanlara gidecek yer göstermek gibi bir dizi zorlu bir görevi üstlendi AKP. Zorlu da demeyelim, bu imkânsız bir görev.
AKP’nin bu görevi yerine getirmek için samimi bir şekilde uğraşması halinde TSK’nin cihatçılarla karşı karşıya gelmesi, tasfiyeye direnen cihatçıların sınırın iki tarafında da Türkiye hedeflerine saldırılar düzenlemesi, cihatçıların ve ailelerinin bir kısmının zamanla Türkiye’ye transfer edilmesi gibi riskler söz konusu.
AKP Rusya ve Suriye’yi oyalamaya çalıştığında ise Rusya ve Suriye’nin İdlip’e yönelik saldırılarının devam etmesi ve Türkiye’nin iki ateş arasında kalması gündeme gelebilir. Kaldı ki açıktan operasyon ya da saldırı düzenlenmesine de gerek yok. Rusya ve Suriye’nin doğrudan operasyon düzenlemedikleri alanlarda cihatçılar arası çatışmaları kışkırtabilme ve Türkiye’nin anlaşma ile çizilen sınırları aşması durumunda TSK unsurlarını yanlışlıkla vurabilme gibi yetenekleri de hesaba katılmalı.
Tüm bu risklere rağmen bu kadar imkânsız bir görevin üstlenilmesinin tek bir anlamı var: AKP’nin cihatçılara dayanan Suriye politikası iflas etmiştir ve AKP ekonomik krizin de gündemimize soktuğu moda tabirle iflas erteleme talep etmiştir. Kendi yarattığı bataklıkta fazladan geçirdiği her vakit daha fazla batmasına neden olmakta; “iflas erteleme” anlaşması, daha ağır şartları kabul etmesine yol açmakta, faturayı kabartmaktadır. Alacaklı konumundaki Rusya da tahsilat konusunda pek merhametli davranmayacaktır.
Ancak kabul edelim ki iflas ertelemenin de bir mantığı var. AKP kendisi açısından çözümsüz görünen bir sorunun acı sonuçlarını mümkün mertebe öteleyerek zaman kazanmaya çalışırken, Suriye sahasında ve masasında inisiyatif sahibi olmasına yol açan bölgedeki TSK varlığından ve AKP’ye bağlı cihatçı örgütlenmelerinden vazgeçmek istememektedir.
Suriye topraklarından pay mı talep edilecektir ya da dar bir bölgede de olsa Türkiye’ye bağlı bir cihatçı iktidarına izin mi verilecektir? Bu sorulara olumlu yanıt vermek zor.
Ancak Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı, cihatçılarla ilişkileri ve operasyon kapasitesi, AKP tarafından iç politikaya yönelik olarak işlevli bir şekilde kullanılmaktadır. AKP, bölgedeki cihatçı varlığını güçlendiren operasyonları bir “ulusal çıkar” söylemi ile sunduğunda ana muhalefet partisi CHP’nin ve ulusalcı kesimin desteğini sağlayabilmektedir. Ayrıca bölgede bir çözüm gücü olmasa bile sorun yaratabilme kapasitesine dayanan pazarlık gücü ile Rusya’dan ve ABD’den, Kürtlerin siyasal kazanımlarını sınırlandırabilecek birtakım tavizler koparabilmektedir. ABD’nin Fırat’ın doğusunda YPG’ye verdiği askeri destek, Rusya’nın PKK ve YPG’yi “terörist” kabul etmemesi ve Kürtleri (Şam’la birlikte) Suriye’nin geleceğini şekillendirecek siyasal uzlaşının aktörü olarak kabul etmesi mutlak bir güvence sunmamaktadır. Her iki güç de Türkiye’nin Kürt fobisini kullanmakta ve Kürtler açısından kayıp anlamına gelen birtakım tavizlerle AKP iktidarını ağır faturalara ikna edebilmektedir.
Afrin’de yaşananlar akılda tutulmalıdır. Türkiye’ye yönelik somut bir güvenlik tehdidi yoktu, YPG’nin bölgede ABD ile değil Rusya ve Şam ile işbirliği söz konusuydu. Ancak Afrin, Rusya’nın göz yumması, ABD’nin onayı ve CHP’nin desteği ile TSK ve beraberindeki cihatçılar tarafından YPG’nin elinden alındı. Bu, 24 Haziran seçimleri öncesinde AKP’nin diktatörlüğü inşa yolunda attığı önemli bir adımdı ve sonuçta Fırat’ın iki yakası da kaybetti.
AKP’nin İdlip’teki “iflas erteleme” anlaşmasını değerlendirirken de ortada bir zafer olmadığı ve ağır bir faturanın Türkiye’ye ödetileceğinin altını çizmek tek başına yeterli değil. Bu kadar ağır bir faturanın neden göze alındığı konusu üzerine kafa yormakta, AKP’nin Suriye’yi gösterip içeriye vuran yeni hamleleri karşısında dikkatli olmakta fayda var.