Mehtap Yılmaz.
Akit yazarı.
Rejim, Rakel Dink’in ünlü konuşmasından mülhem diyebilirim ki, “bir kadından böyle bir canavar doğuran” sisteme lanet olsun.
Önce pek çok gerçek gazetecinin de alıntıladığı yazısındaki o utanç verici satırları, utanarak ve tiksinerek ben de vereyim:“Senelerdir süren 3. Havalimanı inşaatı çalışanları, tam da açılışa beş kala bitlendiyse… Tahtakuruları yiyip bitirdiyse… Burada bir çapanoğlu değil, pek çok çapanoğlu aramak lazım! Hele bir de HDP-PKK işin içine girdiyse… CHP’nin ‘her evden bir oy HDP’ye’ diyerek meclise taşıdığı HDP… İşte orada duracaksın arkadaş! Bu işte bir tezeklik arayacaksın! Şayet bu itler, bitlendik falan diyorsa da üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki şeytanı çıkartacaksın!
Madem kaşınıyorlar! Madem ‘kaşı beniii, kaşı beniii’ diye debeleniyorlar! Madem bitlendik diye kuduruyorlar! Birilerinin bu itlerin kafasındaki bitleri ayıklayıp içeri tıkması lazım!”
Çocukluktan gençliğe geçtiğim ilk yılda, kendimi TİP Zeytinburnu ilçesinde buldum. Yaşım tutmadığı için “gençlik kolu” üyesi bile olamamıştım. Bana “en gençlik kolu üyesi” dediler. Partiye girdiğim ilk yıl Koç’un Zeytinburnu’ndaki Bozkurt Mensucat fabrikasında grev patlamıştı. Gamgam adında bir sendikacının öncülüğünde özellikle kadın işçiler jandarmayla dişe diş bir mücadeleye girmişti. Sabaha karşı İlçe Sekreteri Metin Bilgen’le birlikte fabrika kapısında TİP adına bildiriler dağıtıyorduk. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Soğan Ekmek Kongresi”, “Teksitil” adlı manzum broşürünü de gizlice okuyorduk. Sene 1963 ya da 64.
O günden sonra nice işçi direnişine katıldım.
İktidar güçleri bütün bu direnişleri amansızca bastırdı. Türk medyası bu direnişlerin bastırılmasına var gücüyle destek oldu. Ama hiç birinin aklına direnen işçilere karşı yukarıdaki yazıyı yazan kişinin yazdığına benzer tek satır gelmedi. Onlar direnen işçileri değil, onların “arasına sızan” bizim gibileri suçladılar.
Neden acaba?
Çünkü, o dönemler boyunca ülkede her şeye rağmen parlamenter bir rejim vardı. Egemen sınıfın partileri işçilerin oylarına muhtaçtı. Medya ağzını bugün olduğu gibi bozmamaya dikkat ediyordu. Hepsi de işçi düşmanıydı. Ama bunu gizlemek zorundaydılar.
Şimdi ise artık parlamento yok. Tek adam rejimi var. Sendikal hareket mefluç. Ve bu rejim her seçimden istediği oranda oy çıkartma imkanına sahip. İşte Mehtap Yılmaz buna güvenerek ağzını bozmuş.
Türk burjuvazisinin işçi nefretini çok iyi biliyorum. Sene 1970. Günlerden 16 Haziran. İşçi sınıfı İstanbul’un Anadolu yakasında harekete geçmiş. Kocaeli’nden kopup geliyorlar. Önlerine çıkan bütün engelleri yıkıyorlar. Güneş tepede. İşçiler ter içinde. Her yeri kesif bir koku kaplamış. Binlerce “kokan işçi” her geçitte soluklanıyor. Yoldan geçen gazoz ve bisküvi kamyonlarını durduruyor. Şoför de işçi. Gazozlar, bisküviler dağıtılıyor. İşçi sınıfı yola devam ediyor. İşte Bağdat Caddesi’nin başlangıcı. Türk burjuvazisi ve bürokratik küçük burjuvazisi burada mukim. Dehşet içindeler. Hayatlarında bu kadar işçiyi bir arada ve sloganlar atarken görmemişler. “Evlerimizi basacaklar, bize tecavüz edecekler” diye bağırıp çağıranlar var. Ve işçiler Bağdat Caddesi’ne giriyor. En önde Tekel Sigara Fabrikası’nın kadın işçileri. Önlükleri ve takunyaları ile yürüyorlar. Arkalarında kan ter içinde bıyıklı, sakalları uzamış erkek işçiler. Orhan Veli’den mülhem düşünüyorum: İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı, Bağdat Caddesi’nde ter kokuları…
Ve birden küçük burjuvazinin, burjuvazinin pencerelerinde birileri beliriyor. Ellerinde şişeler. İşçilerin başlarına mı atacaklar. Hayır. Bunlar pereja şişeleri. Limon kolonyaları. Geçen işçilerin üstlerine boca ediyorlar. Bir yandan da “ne olur ne olmaz” diye alkışlıyorlar. Bağdat Caddesi artık mis gibi kokuyor. Limon kolonyası ter kokusunu bastırıyor. İşçiler pencerelere şaşkın bakışlarla bakıyor. Genç kızlar el sallıyor, anneleri de.
Devran değişti. Şimdi tek adam rejiminin paralı medyatörleri, direnen işçilerin üstüne köşelerinden lağım akıtıyor.
Kendi lağımlarında boğulacaklardır.