Veli Saçılık
Memur adaylarına mesleğin başında etik dersi ivedilikle verilirdi. Hizmet verilen vatandaştan hediye almak ve hatta samimi selam almak bile rüşvet sayılacağı önemle vurgulanır, yönetici kadroların çocuklarının devletin kurumlarıyla yapacağı ticaretin hem etik hem de hukuki açıdan sorunlu olduğu döne döne anlatılır, kurum amirlerinin uzak akrabalarının bile ihale almalarının yetkilileri töhmet altında bırakacağı öğütlenirdi. AKP’nin 20 yıllık iktidarıyla birlikte etik (ahlak) kuralları rafa kalktı, tetikçilik kural haline geldi. Ahlaksızlık, giyilen elbise, içilen alkol üzerinden konuşulur oldu. Özel yaşam vitrine çıkarılırken, kamuya ait olan her şey gözden uzak hale getirildi.
Muhteşem Yüzyıl dizisi, tarihsel gerçekliği eğip bükerek de olsa ekranlara taşıdığı için epey izlenmiş, Şehzade Mustafa’nın, bizzat babasının emriyle ve saraydaki bütün çevrelerin içinde olduğu bir taht kavgasıyla öldürülüp Sarı Selim’in yolunun açılması, uçları günümüze uzanan Yeniçerilik-Bektaşilik meselelerine ölgün de olsa bir ışık tutmuştu. Öte yandan, Ebu-Suud karakterini (“Alevilerin katli vaciptir” fetvasını veren ve Osmanlı Sünnileşmesinin temellerini atan Şeyh-ül İslam) Tuncel Kurtiz’in canlandırması ve Pargalı İbrahim karakterinin bir aşk ve mağduriyet çerçevesinde paketlenmesi, bir yandan Ebu-Suud’a bir nevi iade-i itibar oldu. Pargalı İbrahim ile başlayan Osmanlı’da damatlar üzerinden özel mülk ve çürüme hikâyesi tümüyle ıskalandı.
Tüm bu taht kavgalarının, kanlı komploların merkezinde vakıfların çok bilinmeyen hikâyesi var. Bilindiği üzere, Osmanlı’da mülk vardır ama özel mülkiyet yoktur. Devlete ait olan mülkleri sınıflar kullanırlar. Örneğin, tımar arazilerini atlı sipahiler, has arazilerini Osmanlı hanedanı işletir ve kendi giderlerini buradan karşılardı. Osmanlı beylikten çıkıp imparatorluk olmaya başladığında, bir yanda aile ve akrabalık ilişkileri diğer yanda taht kavgaları geliştikçe, yani hanedanın içinde devşirmeler damat oldukça (Pargalı örneğinde olduğu gibi) ya da devşirmelere karşı pozisyon kazandıkça, has mülkünün tasarruflarından bir kuşak sonra dışarıda kalacak olan damatlar, vakıfları geliştirmeye başladılar. 16. Yüzyıl Osmanlı’sında yalnızca İstanbul’da iki bin civarında vakıf olduğu biliniyor.
Bu vakıfların çalışma şeklinin günümüzdeki Kanarya Sevenler Derneği adı altında kumar oynatan herhangi bir dernek/vakıftan teknik olarak bir farkı yoktu. Bunlar da çok değişik başlıklarda kurulan vakıflar, yani aslında çoğunlukla paravan vakıflar ve amaçları, hanedan ailesinin damatlar tarafından sermaye biriktirmesine yardımcı olmak. Burası da tabi akşamdan sabaha kolaylıkla gerçekleşen bir şey değil. Tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı dünyasında da para biriktirmek günah olarak görülürdü. Dahası, bu amaçla vakıf kurmak da yasaktı. İlk girişimler 15. yüzyılın ortalarında başlasa da, bu fetvayı vermek “kızılbaşların katli vaciptir” diyen Ebu-Suud’a nasip oldu. Ezcümle, Ebu-Suud’un fetvasıyla, Osmanlı’da para biriktirme vakıfları kurulması yasallaştı. Bu sayede, vakıflar üzerinden mülk, kira ve oldukça karmaşık bir sistemle, yani faize karşı İslami hükümleri askıya alacak bir mekanizma ile faiz mekanizması çalıştırılmaya başlandı. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, Avrupa’da sermaye birikimi ağırlıklı olarak endüstriyel sermayeye dönüşürken, Osmanlı-Türkiye gibi sömürge yarı sömürge, azgelişmiş ülkelerde sermaye tüccar sermayesi ve tefeci sermayesi formunda kaldı.
Tüm bunları yeniden hatırlamamızın sebebi ise T. Erdoğan ve ailesinin Türkiye halkı ve dünya kapitalizmi ile kurmak istediği ilişkiyi, kapitalizmin kendi mantığı ve Osmanlı-Türk tarihi içerisine yerleştirmeye çalışması. Malum, T. Erdoğan ve ailesinin vakıflara düşkünlüğü biliniyor. Hatta yakın zamanda K. Kılıçdaroğlu biri Erdoğan’ın kızına diğeri de oğluna ait olan iki vakfın para trafiği üzerinden bir şeyler anlatmaya çalıştı. Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı oğul-kız vakıfları arasında gerçekleşen para transfer miktarını yeteri kadar büyük bulmayan kimi aklı evveller “kamu etik kuralarını” önemsemediklerini göstermiş oldular.
Osmanlı’dan Türkiye’ye kalan vakıf sistemi içerisinde amacına uygun çalışan vakıflar mutlaka vardır, bunları tenzih ederek rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı’dan günümüze bakiye kalan vakıf sistemi büyük oranda, muhafazakâr dünyanın rant sermayesi ile ilişkisinin düzenlenmesine ilişkindir. Dahası burada kurulmuş olan kirli ilişkilerin, vakıf zırhı arkasına saklanıp, hukuki olarak korunmasının dini olarak desteklenmesidir. Gittiği her yerde millet bahçesi vaat eden, eldekini har vurup harman savuran ve ailesi/yandaşları aracılığı ile kurduğu vakıflarla bütün varını yoğunu (yalnızca kendi varını yoğunu değil, Türkiye’nin de varını yoğunu) endüstriyel sermaye formundan, rantiye formuna çeviren Tayyip Erdoğan ve ailesinin, sürekli Neo-Osmanlıcılık pompalamasının anlamı biraz da budur.
Dahası özeleştirmenin saplantıya dönüştüğü dönemde bile satılmayan Vakıflar Bankası oldukça komik rakamlara, yandaş bir konsorsiyuma satılmış, yandaşların arpalığına çevrilmiş (bkz. Pehlivan Hamza Yerlikaya) ve Vakıflar Bankası, İletişim Başkanlığı’nın arka bahçesi (Bkz. Seta) ve saçma tarihsel dizilerin sponsoru/yapımcısı (Bkz. Diriliş, Kuruluş) olmaya memur edilmiş durumda.
Fundamentalist fetvalar veren Ebu Suud’un aynı zamanda “vakıflar akçeli işlerle uğraşsınlar, faiz alıp versinler” fetvası vermesi bir tesadüf değildi. Hikmet Kıvılcımlı’nın tarif ettiği içtihatta uygun bir şekilde, T. Erdoğan’ın da ülkeyi yalnızca fakirleştirmekle kalmayıp bunu endüstriyel sermayeyi, finans sermayesine doğru dönüştürerek yapması ve tüm bunların merkezinde de zenginlerin zenginliğine zenginlik katarak onları hayırsever yapan, yoksulların yoksulluğunu katmanlaştırarak onlara kapı kapı sadaka, şefaatçi aratan bir kurum olarak vakıfların durması da tabii ki tesadüf değil.