İlham Bakır
İki gün önce Diyarbakır Gar Katliamı’nın yıl dönümüydü. 5 Haziran 2015 tarihinde Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda yüz binlerce kişinin toplandığı mitingde patlatılan bomba ile 5 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi yaralandı. Bu herkesçe, arkasında kimin olduğunun bilindiği katliamlar serisinin başlangıcıydı. Bundan kısa bir süre sonra 20 Temmuz 2015’te Kobani’deki vahşi DAİŞ saldırılarında evlerini, ailelerini yitiren, yüzlerindeki gülümsemeyi kaybeden çocukların yüzüne bir parça gülümseme taşımak için Kobani ile sınır olan Suruç’a oyuncak götüren ülkenin dört bir yanından gelen aydınlık yüzlü ak vicdanlı 33 genç yine vahşi bir bombalı saldırıda katledildi. Ülkenin hızla bir karanlığa savrulduğunu gören, savaş rantiyesinin ülkenin geleceğini uçuruma sürüklediğini fark eden on binlerce barış gönüllüsü Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya aktı. Savaşa “dur!” diyeceklerdi. “Barış hemen şimdi!” diyeceklerdi. Fakat İktidarın bekası için daha çok akacak kana ve katliama ihtiyaç vardı. Katliamın dozu daha da arttırılmalıydı. Bütün ülkeyi koyu bir korku dehlizine sokmak ve bu yolla bekayı temin etmek gerekiyordu. Ankara garı önünde barış sloganları, her dilde türküler, şarkılar söyleyen çok farklı siyasette, etnik ve dini kimlikten insanın arasında patlatıldı kör bombalar. O gün orada sadece 103 insan ölmedi. Ülke bir daha geri dönmemecesine ve her gün artan dozda bir savaşın karanlığına sürüklendi. Yeni filizlenmiş, bir fidana dönüşmek üzere olan bütün barış umutları kökünden sökülüp atıldı.
Geçtiğimiz hafta 4 Haziran’da Diyarbakır Suriçi’nde bu Diyarbakır katliamının yıldönümünün bir gün öncesinde bu üç katliamı odağına alan “Ölüm Ne Yana Düşer Usta” belgesel filminin gösterimi vardı. Bu üç katliamda yakınlarını yitirenler, bu katliamda yaralan, gözlerini, bacaklarını kaybeden insanlar da film gösterimine gelmişlerdi Türkiye’nin dört bir yanından. Tek tek anlatıyorlardı ekrandan bizlere bu katliamların nasıl yaşandığını, nasıl bir vahşetin yaşatıldığını. Ben ekrandaki onlara değil, bizim yanımızda seyirci olarak filmi izleyen onlara bakıyordum. Lisa yanımdaki sandalyede oturuyordu. Genç bir kadın, bir sinemacı. Aram Tigran Sinema Akademisi’nden öğrencim. Diyarbakır Gar Katliamı’nda iki bacağını yitirdi. Acı ve keder dolu o güzel yüzü. Bu vahşeti nasıl yaşattıklarını hala anlayamamanın şaşkınlığı var yüzünde bir yandan. Gayriihtiyari elimi uzatıp omzuna dokunuyorum. “Bu mücadelede sizi yalnız bıraktık, yeterince yanınızda olamadık, affet bizi” diyorum içimden. Eğilip yüzüne bakıyorum, ekrandaki yüzüyle karşılaştırmak için. Tıpkı ekrandaki gibi hayat dolu, direniş dolu ama en çok da öfke dolu yüzü. Öfke! Her üç katliamın tanıklığını yapmış, yaralı kurtulmuş, yakınlarını kaybetmiş insanların ortak sözcüğü: Öfke! Filmin yönetmeni öfkeyi, filmin orta yerine yerleştirmiş. Filmden çıkıp Suriçi’nin dar karanlık sokaklarında yürümeye başlayınca içimdeki öfkenin adım adım büyüdüğünü hissettim yeniden. “Teşekkürler” dedim içimden filmin yönetmeni Gül Büyükbeşe’ye, “Teşekkürler” dedim filmin yapımcısı, büyük emekçisi Sibel Tekin’e ve bütün film ekibine. Teşekkürler karanlığa, savaşa, vahşete karşı öfkemi yeniden içime davet ettiğiniz için teşekkürler.
Türkiye siyasi ve toplumsal hayatının, hedefleriyle, yöntemleriyle, sonuçlarıyla, muktedir ile olan ilişkileri ile adeta birbirinin üçüzü olan bu vahşi saldırıların belgelenmesi ve böyle adım adım şehirler dolaşılarak insanlarla paylaşılması, bu katliamların ve arkasındaki odakların unutulmaması, toplumsal hafızanın diri tutulması, mücadele azminin gelişmesi açısından son derece önemli. Bugün sinema, hele hele belgesel sinema aydınlık geleceği inşa etmenin, toplumsal mücadeleyi yükseltmenin en önemli yollarından biri durumundadır. Belgesel sinemacılar bu ülkenin yüz akıdırlar. Tıpkı “Ölüm Ne Yana düşer Usta” filminin emekçileri Gül ve Sibel gibi.