Bir zamanlar henüz fabrikalar ortada yokken, yoksullar gözden ırak bölgelerde yaşardı. Ulaşımın da zor olduğu bir çağda köylerin gelen gideni olmaz -vergi tahsildarları hariç-, kendi sefaletleriyle kavrulup giderlerdi. Oysa dönemin sanatçılarına bakılırsa, kırda yaşam pek romantik bir şeydi. Şehirde oturan yazar, şair ve ressamların yakından gözlemlemedikleri, en iyi ihtimalle ara sıra ziyaret ettikleri kır yaşantısını pastoral bir fanteziye dönüştürmekte üstüne yoktu.
Sonra sanayi devrimi geldi ve o yoksullar şehirlerin kıyısında yükselen fabrikalara aktı. Tarlalarda sürünmektense fabrikada ömür tüketmeyi tercih eden bu kuru sıska insanlar bir anda görünür olmaya başladı. Esas olarak saray çevresinde/himayesinde icra edilen sanatın kadrajına girmeleri yine de çok kolay olmadı.
William Blake, onları edebiyata sokan ilk kalemlerden biri oldu. Her gün önünden geçip giden amele yığını içinde en masum ve savunmasız olanları, çocukları gözüne kestirdi o da. Fabrikaların ve zengin evlerin kömürle islenmiş bacalarını temizlemek üzere satılan yoksul çocuklar (ufak tefek bedenleriyle bu iş için biçilmiş kaftandı!) hakkında “Baca Temizleyicisi” şiirini yazdı. Öksüz bir çocuğun öz babası tarafından üç kuruş karşılığı, üstelik hastalıkla ömrünü kısaltacak bir işe koşulmasına hangi yürek dayanır ki? (Asırlar sonra bir Türk şairi enteresan bir antitezle “En mutlu insanlar belki de / baca temizleyicileridir” diye güzelleme yapacaktı bu berbat ötesi mesleğe.)
Kurmaca edebiyat da, özü itibariyle bir orta sınıf anlatısı olarak ortaya çıkmış, romanda -yanlış bilmiyorsam- ancak 19. yüzyılda işçi hikayeleri belirmeye başlamıştı. ABD’de John Steinbeck, John Dos Passos gibi yazarlar, Rusya/SSCB’de Maksim Gorki’ler toplumsal adaletsizliği en alttakilerin gözünden yansıttılar, ama edebiyat külliyatı içinde ufak bir azınlık olarak kaldılar.
Fotoğraf ve sinemanın icadı ile işçilerin görüntüsü biraz daha netlik kazanır gibi oldu. Lumiere Kardeşlerin yeni oyuncakları ile çektiği ilk görüntülerden biri fabrikadan çıkan işçilere dairdi. Hoş, gerçi kendi babalarının fabrikasından çıkan işçileri çekmişlerdi ama o da bir şeydi. Sinemanın işçilere ilk bakışı, patron sınıfının gözünden oldu kısacası. Lumiere’ler sinematoğraflarını o işçilerin evine sokmayı hiçbir zaman düşünmedi. Fransız orta sınıfının yaşamını (ki izleyicileri de onlardı) ve dünyanın dört bir yanındaki ‘ilgiye değer’ güzellikleri kayda almayı tercih etti. Ardından gelen meslektaşları ise, kameralarını daha ziyade soylulara, yönetici kastına, askeri törenlere, sportif etkinliklere vs. yöneltecekti. Bu işi finanse edecek para bu taraftaydı, o taraf ise arayıp da bulamadığı propaganda imkanını hareketli görüntüde bulacaktı.
Fotoğrafçılara gelince, yoksullar onlara eşsiz bir görsel malzeme sundu. Yoksulluk pornografisinden ekmek yiyen o kadar fotoğrafçı türedi ki, sefalet başlı başına bir sektör haline geldi. Fotoğraf ve işçi karşılaşmasından, imajının ardındaki yaşamı asla merak edilmeyen devasa bir kavruk yüzler antolojisi çıktı ortaya.
Sinemada dönem dönem işçilerin yaşamını gerçekçi biçimde yansıtan filmler yapılmadı değil, ama işçileri yoksulluğundan ve sömürü mekanizmasından yalıtan klişe karakterler çok daha yaygındı. Bugünkü filmlere ve dizilere bakın; kazara bir emekçi karakterle karşılaşsanız bile, evine girdiğiniz anda adeta bir orta sınıf hayatı yaşadığını görürsünüz. Evler asla işçi evi değildir, açlık çekmezler, ödenmemiş kira borçları yoktur, kışın ısınma sorunu yaşamazlar, vs. Televizyonu geçelim, günümüzde Ken Loach gibi bir kaç yönetmen olmasa, işçilerin/işsizlerin sinema salonlarında da esamesi okunmayacak.
İçinde bulunduğumuz neoliberal dönemde işçi sınıfının ayağı sinemadan da medyadan da çekiliverdi evet, ama günümüz Türkiye’sinde sanki daha da görünmez hale geldi. Sineması bu denli üretken bir ülkede yaşanan onca işçi kıyımını, tersane cinayetlerini, her sektörde artan işçi ölümlerini, madencilerin feci çalışma şartlarını, Soma gibi insanlık suçlarını, kısacası vahşi liberalizmin ölümcül çarklarını dert edinen kaç film geliyor aklınıza, belgeseller dışında? (Yüzlerce film içinde iki istisna, “Babamın Kanatları” ve “Nefesim Kesilene Kadar”)
Toplumsal eşitsizliklere duyarlı kesimin gözünde bile, emekçiler ancak isyan edince görünür hale geliyor. Mevsimlik işçiler balık istifi tıkıştırıldıkları araçlarda ezilip ölünce haber olabiliyor, hatta olamıyor bile. Can pazarını geçelim, yeni eğitim yılı başlarken mevsimlik işçi çocuklarının okul meselesine haber değeri atfeden kaç gazeteci kaldı? Medyada şirket haberlerine, borsaya, kurlara ayrılan yer ile işçilere ayrılan yer arasındaki uçurum, her şeyi açıklıyor.
Şimdi, işçilere reva görülen kölelik düzeninin en çıplak hali, 3. havalimanı şantiyesindeki direnişle bir anda görünür oldu. Buna karşın iktidar ve patronlar, şimşek çakımıyla ortaya çıkan görüntünün aynı hızla kaybolması için elinden geleni yapıyor. Tüm gayretleri, işçilerin sorunlarını halletmek yerine, onları yeniden görünmez kılmaya, üstlerine kalın bir örtü çekmeye yönelmiş durumda. Çünkü işçinin durumu görünür olursa kanlarını emen asıl tahtakurularının kim olduğu da ucundan gözükecek. Medyadakiler hemen kendilerini belli etti bile…
O tahtakurularını hayatımızdan temizlemeden ne işçilere ne de bize rahat var.
Blake’in dizeleriyle noktalayalım sözü:
“Şarkı söyleyip mutlu göründüğüm için
Sandılar ki bir kötülük yok yaptıklarında
Şükretmeye gittiler, Tanrı’ya, rahibe, krala
Acılarımız üstüne cenneti kuranlara.”
(Çev. Tozan Alkan)