Rusya-Ukrayna savaşı gıda krizinin asıl nedeni değil. Sadece krizi görünür hale getirdi. Gıda krizi denilenin, başka türlü söylersek açlığın ve yetersiz beslenmenin asıl nedeni, neokolonyalizm/emperyalizm kavramlarını angaje ediyor. İkinci emperyalist savaşın sonunda tartışmasız hegemonik bir güç haline gelen ABD, Dünya Bankası’nı ve Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) kurdu. Bu iki örgütün misyonu dünyanın geri kalanını (azgelişmiş ülkeler veya Üçüncü Dünya denilenler) emperyalist çıkarlarla uyumlandırmaktı. Dünya Bankası’nın asıl işlevlerinden biri şimdilerde ‘kalkınmakta olan ülkeler’ veya ‘Küresel Güney’ denilenlerin kendi gıda ürünlerini üretmelerini engellemekti… Söz konusu ülkelerin tarımsal alt-yapısını geliştirmek üzere krediler veriyordu ama emperyalist Batı’nın ihtiyacı olanı üretmek için… Krediler, Latin Amerika’ya, Afrika’ya, Asya’ya büyük plantasyon tarımı için, ihracat ürünleri için veriliyordu… Bir fikir vermek için. Bugün palm yağının %84’ü Endonezya ve Malezya’da üretiliyor… Dünya Bankası ve IMF ‘serbest ticaret’ retoriğiyle, söz konusu ülkelerin ihtiyacı olan hububatı (buğday, arpa, pirinç, vb.) üretmelerini engellediler… Gıda egemenliğini ve gıda güvenliğini yok ettiler…
Emperyalist dayatmaya itiraz eden, kendi insanlarını doyurmaya teşebbüs eden Üçüncü Dünya’nın karizmatik liderlerini siyasi cinayetler, darbeler, komplolarla etkisizleştirdiler. Batı çıkarlarının bekçiliğini yapan diktatörleri iktidara taşıdılar… Bir cezalandırma aracı da yaptırımlardır… Yaptırım demek, bir ülkenin insanlarını açlığa mahkûm etmektir… Ona ‘sessiz ölüm’ de deniyor… 1990’lı yıllarda Irak’a gıda ve ilaç yaptırımları yüzünden yüzbinlerce insan öldü… Şimdilerde aynı şey Yemen’de tekrarlanıyor. İran halkı 40 yıldır yaptırımların bedelini ödemeye devam ediyor…
Savaş öncesinde gıda fiyatları artmaya devam ediyordu… 2021 yılında 53 ülkede 193 milyon insan derin açlık çekiyordu… Bugün her 9 kişiden biri kronik açlıkla yüzleşiyor ki, bu 821.6 milyon insan demek… Fakat her yerde aynı oranda değil… Mesela Avrupa’da yılda %10 civarında bir fiyat artışı söz konusuydu ama orada gıda harcamaları aile bütçelerinin çok küçük bir bölümünü oluşturuyor… Aynı şey Afrika, Latin Amerika, Orta-Doğu, Güney Asya için söz konusu değil… Orta Doğu zaten onlarca yıldır süren emperyalizmin peydahladığı savaşlar yüzünden harap olmuş durumda… Elbette iklim krizi, su kaynaklarının kötü yönetiminin de payı var. Asıl nedenlerden biri de Türkiye’de olduğu gibi ‘yerel oligarşilerin’ ülke zenginliğini yağmalaması, talan etmesi…
Eğer bugün derin bir gıda krizi yaşanıyorsa, bunun asıl sorumlusu ABD ve NATO’cu uşaklarıdır… ABD oldum olası açlığı bir dış politika aracı olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. 1974 yılında ABD tarım sekreteri (bakanı) Earl Butz, “Gıda bir silahtır. Şimdilerde bizim başlıca pazarlık aracımız” demişti… Ukrayna savaşını peydahlayanlar da onlardır… ABD göreli güç kaybını savaşlarla ödünleme yoluna gidiyor…
Gıda fiyatları son iki yılda %33,5 oranında arttı. Bu yıl da %23 oranında artması bekleniyor. Büyük İnsanlık son zamanların en büyük gıda kriziyle yüzleşirken, gıda şirketlerinin kârları hızla artmaya devam ediyor… Açlıktan, yetersiz beslenmeden devasa kârlar elde ediyorlar… En büyük tarım çokuluslusu şirketi olan Cargill 2020’den bu yana %65 artışla 14,4 milyar dolar büyüdü… Net kârı 5 milyar dolar. Bu yıl rekor kıracağı söyleniyor… Velhasıl açlık, yoksulluk artışına paralel olarak şirket kârları artmaya devam ediyor… En büyüklerden biri olan Louis Dreyfus de artan tarım ve yağlı tohum fiyatları sayesinde geçen yıl kârını %82 oranında artırdı… Coronavirüs Pandemisi’nin zirve yaptığı bir yılda… Geçen yıl enerji sektöründe kârlar %45 oranında arttı… İşte kapitalizm böyle bir şey… Aslında kapitalizm demek, savaş, açlık, sefalet demektir…
Türkiye’de tarımı çökertmek bir devlet politikasıydı…
Türkiye neoliberalleşme trenine ilk atlayan ülkelerden biriydi. Dönüm noktası 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Amerikancı-NATO’cu askeri darbeydi (1980). Geride kalan yaklaşık 40 yılda ekonomi bütünüyle kompradorlaştı. Türkiye tarımının neoliberal küreselleşmeyle uyumlandırılması veya aynı anlama gelmek üzere, sermayenin saldırısına açık ve korumasız hale getirilmesi, üreticileri ve tüketicileri koruyan kurumsal yapının ve mevzuatın tasfiyesinden geçiyordu. İşe Tarımsal KİT’ler denilen Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), yem sanayiinin özelleştirilmesiyle başlandı… Bu özelleştirmelerin ardından Türkiye hayvani ürün alanındaki yeterliliğini kaybetti… Ve ondan sonra da özelleştirmelerin hızı hiç kesilmedi… Meralar azalmaya devam etti. 1980 sonrasında Kürt illerinde devam eden savaş sonucu 1990’ların başında binlerce köyün yakılıp-yıkılması (boşatılması), şimdilerde hayvancılığın durumu hakkında bir fikir verecektir… Elbette hepsi bu kadar değil. İnsanların yerlerinden-yurtlarından sürgün edilmesi, sadece hayvancılığın çökmesine değil, kırların çölleşmesi, yoksulluğun ve sefaletin yerleşmesi demeye de geliyordu… Daha sonra TEKEL, ÇAY KUR özelleştirilip tasfiye edildi. Tarım Satış Kooperatifleri Birliği etkisizleştirildi… Ekim alanları daraldı ve şu an İtibariyle tarım çökertilmiş bulunuyor… Türkiye şekeri bile ithal eder duruma geldiğine göre…
Dayatılan neoliberal politikalar sonucu çiftçilerin kaderinin piyasanın diktasına terkedilmesi, kırlarda mülksüzleşmeyi, dolayısıyla proleterleşmeyi derinleştirdi… Sadece sermayenin çıkarını gözeten politikalar sonucu kırlar çölleşmekte, akıl almaz bir kapitalist yağma sonucu doğa yağma ve talanı derinleşmekte… Eğer bu yıkım süreci vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…
Aslında 1980 sonrasında tarıma yaklaşımı, Denizli’nin Acıpayam ilçesindeki Devlet Üretme Çiftliği’ni tuz-sabun pahasına 30 yıllığına kiralayan Ata-Sancak sermaye grubunun patronlarından Ethem Sancak çok iyi ifade ediyor: “Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı demokratikleştirme devrimini tamamlamak, darbeleri tarihe karıştırmak için köylülüğün tasfiye edilmesi, dönüştürülmesi gerekiyor. Nüfusun %35’nini köylü olduğu bir ülkede demokrasi tam oturmaz” … “Tarım denince hemen akla köylü geliyor. Oysa tarımın artık her yönüyle işletmecilik anlayışına dayanması gerekiyor. Nüfusun %35’ini oluşturan köylü vatandaşlarımızı adım adım kentleştirmeliyiz. Küçük toprak parçalarıyla, birer ikişer koyun varlığıyla tarımdan para kazanmak, geçim sağlamak mümkün değil. Bunun yerine Türkiye’nin 40-50 kadar büyük tarım işletmesine sahip olması gerekiyor. O zaman süt, et ürünlerinde, diğer tarım ürünlerinde dünyayla rekabet edebilecek hale geliriz… “[1] AKP iktidarı az zamanda büyük işler başarmış görünüyor… Köylü nüfus %6,8 düzeyine indiğine göre… Tabii darbe ihtimali ortadan kalkarken demokrasi de bütün ihtişamıyla arz-ı endam etmiş olmalı… Ethem Sancak sadece tarım alanında devrim önermiyor… Tank-Palet Fabrikası’na Katarlılarla birlikte el koyarak sanayi alanında da büyük bir başarıya imza atılıyordu…
[1] Radikal Gazetesi, 14 Mart 2005.