Ortadoğu’da yaşanan karmaşanın nedenleri arasında sayısız etmen sayılabilir. Ama ilginç olanı kimi aktörlerin anında taraf değiştirmesi ve yeni bir safa geçerek hem karmaşayı artırması hem de kimin ya da kimlerin hangi tarafta “konum” aldığının anlaşılmaz hale gelmesi. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin tümü operasyonlara açık konuma gelmiştir. Önümüzdeki günlerde ani müdahaleler birbirini izler hale gelebilir. “Atı alan Üsküdar’ı geçti. ” mantığıyla hareket edenlerin atları bataklığa saplanmış ve debelenmekte, debelendikçe daha çok batmakta. Herkesi alt-üst eden bir med-cezir yaşanmakta. “Efsunlu” olan kimse kalmıştır. “Devrimciler” bile bir çırpıda “teorik” çarpıtmaları kalkan yaparak “ulusalcılığa” paspas olabiliyor.
Amacım; genel başlıklarla işaret edilen her olayı ve yapılan her operasyonu anlatmak yerine, devrimci paradigmaya neden önem verilmesinin gerekliliğine dikkat çekmektir. Ortadoğu’da bütün dikkatler İdlib üzerine yoğunlaşmıştır. Herkes yeni manevralar peşinde koşuyor. Bir yandan “siyasi” çözümden söz edilirken, diğer yandan yeni askeri yığınaklara hız veriliyor. Kimi cihatçı çetelerin adı bir çırpıda “sivil güçler” olarak değişiyor. Bölge devletleri elleri altındaki “cihatçı” güçleri ve “kazandıkları” mevzileri kaybetmek istemiyor. Rusya, Türkiyenin NATO’nun en zayıf halkası olduğunu biliyor. Tam da bu genellemenin yapıldığı yerde devrimcilerin ve özellikle legal siyasetin lafı dolandırmadan net tavır takınması zorunludur. Barıştan yana olan demokrasi güçlerinin kendilerini nelerin beklediğini görmeleri gerekir. “Herkes kendi argümanları ile tarih sahnesinde olmak zorundadır.” Temel doğrusu güncel rotaya dönüşmüştür. Tarihi konuşmak yerine bugün kimin ne yapacağı kitlelerin beklentisi olmuştur. Kuşkusuz yaşanmış hiçbir şey kenara bırakılamaz. Geçmişte verilmiş olan hiçbir mücadeleyi yadsımamak gerekir. Verilen mücadele hakkında tespitlerde bulunmak, yorumlar yapmak mutlaka her devrimci gücün görevidir. Geçmişte yaşanmış tüm değerlere eleştirel bakmak, ama yanısıra “yeni” şeyler söylemek… Kuşkusuz yeni şeyler söylemek çok da kolay olmuyor. Daha da önemlisi, yeni bir düşünce yaşamla buluştuğu zaman ancak hemen kendi dilini ve kavramlarını oluşturmayabiliyor. Dahası felsefik kavram olabilmesi ancak bir mücadele sürecinden geçtikten sonra mümkün oluyor.
Kürt halkının yakın mücadele tarihine de bu ilkelerle bakmak gerekir. Her şeyden önce; “yakın tarihinde” 40 yıldan fazla kesintisiz süren bir mücadele var ve bu ortadadır. Bu mücadele, Kürt halkının kümülatif uğraşının sonucudur ve tüm Kürt coğrafyasını kapsamaktadır. İkincisi, bu mücadele bir özgürlük paradigması yaratmıştır ve geometrik olarak kendi kavramlarını oluşturma uğraşı içine girmiştir. Daha somut konuşursak: “Kürt kimliği” kavramı “sınıf mücadelesi kimliğini” de çoktan içine almıştır. Çünkü Kürt halkı hem geliştirdiği ekonomik paradigmasıyla “kapitalist modernite”yi, yani sömürüyü ortadan kaldırmayı amaçladığını söylüyor, hem eşit ve kardeşlik değerlerine dayanacağını ilan ediyor. Daha da önemlisi bu mücadele halka dayanan devrimci bir yöntem içeriyor. Bu nedenden dolayı Kürt halkı “emekçi bir halk olma karakterini kazanmıştır” deniliyor. Kaldı ki sınıf da (işçi sınıfı dâhil olmak üzere) bir kimliktir. O nedenle Kürt halkının “demokratik ulus” kimlik tanımı işçi sınıfının mücadelesinden asla ayrı olarak ele alınamaz. Kaldı ki bugün Kürt halkının geliştirdiği mücadele yöntemi ve bu yöntem üzerinde yükselen kazanımlar tüm emekçi güçlerin ve onlar için mücadele ettiğini söyleyen devrimcilerin bastığı temel zemin olmuştur. Sadece bu real durumdan dolayı bile Kürt kimliğini kimse görmezden gelemez ve de “sol”un sınıf mücadelesinin önceliği argümanıyla “sınırlandırılmaya” kalkılamaz. Dar “sınıf mücadelesi” peşinde koşanlar ve “klasik sol jargon”u kullananlar da bilirler ki; ‘‘demokratik ulus kimliği” kavramı neo-liberal düşüncenin yarattığı bir kavram değildir. Geçmişte “Türk solu”nun içine düştüğü sekterliğin bir nedeninin de yeterince bu kavramı anlamamış olmasından kaynaklandığı bilinir. Buradan çıkarılacak sonuç, “dar sınıf mücadelesi” anlayışıyla asla demokratik bir oluşum “halk kongresi” örgütlenemez. Legal siyasetin ders alması gereken önemli konulardan biri bu olmalıdır. En önemlisi; Kürt paradigması, “sınıf mücadelesini” de kapsadığından, devrimin karakteri gereği daha kapsamlı bir görev üslendiği için “halkın” örgütlenmesi “demokratik halk meclisleri” temeline dayanmaktadır. Kürt halkının geliştirdiği bu kapsamlı devrim anlayışını “sol sekter” ve “dar sınıf” mücadelesi anlayışıyla kavramak olası değildir. Yaklaşan yerel seçimlerde etkin olabilmek ve Ortadoğu’daki devrimci kazanımları ülkeye taşıyabilmek için “sekterliği” ve “sol çocukluğu” reddetmek zorunlu bir hal almıştır.