Her faninin bir doğum günü var. Kimi kültürlerce aşırı önemsenir, ev içinde aile bireyleri ile, hısım, akraba, eş-dost çevreleri ile kutlanır. Kişinin egosu ile paralel oranda bu kutlamaların dozu, derecesi artar veya azalır. Biz Ermenilerde isim günü kutlamaları tarih boyunca doğum gününden daha önemli bir anlam taşımıştır. Ermeniler doğu toplumlarına özgü saiklerle bireysel olandan çok toplumsal olana ilgi duymuş, son derece kişisel olan yerine, hiç değilse tüm adaşların andığı günü kutlamışlar.
Öte dünyaya göçtükten sonra ise doğum günü kutlamalarının yerini ölüm günü anmaları alıyor. Özellikle kamuya mal olmuş isimler için bu ikincisi daha yaygın.
Gazeteci Hrant Dink 15 Eylül 1954 tarihinde Malatya’da doğmuş, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da, kurucusu olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmişti. Cinayetin ardından oluşan toplumsal tepki, her yıl öldürüldüğü gün ve saatte, düştüğü yerde gerçekleştirilen kitlesel anmalarla sürdürülüyor. Bu anma etkinliği Hrant Dink’in ailesi tarafından değil, onun fikirlerine, eylemlerine ve söylemlerine değer veren arkadaşları tarafından düzenleniyor.
Ailesi ise, kurdukları ‘Uluslararası Hrant Dink Vakfı’ ile, doğum günü olan 15 Eylül’de düzenledikleri bir ödül töreni ile anıyor Hrant’ı, 10 yıldan bu yana. Geçen 10 yıl boyunca uluslararası bir jüri, biri Türkiye’den, diğeri dünyanın herhangi bir ülkesinden olmak üzere ‘ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, ezber bozan, bunları yaparken insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren’ iki kişiye veya kuruma ödül veriyor.
Bu yıl onuncusu düzenlenen Uluslararası Hrant Dink Ödülleri’nin töreni öncesinde ise ‘Geçmişe bakmak, geleceği tasarlamak’ başlığı ile uluslararası bir konferans organize edildi. Türkiye’den ve farklı birçok ülkeden çok sayıda akademisyenin, aktivistin, aydının ve insan hakları savunucusunun konuşma yaptığı konferans insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü konularında küresel bir forum özelliği taşıyordu. 2018 yılı Uluslararası Hrant Dink Ödülleri bu yıl Türkiye’den gazeteci ve insan hakları savunucusu Murat Çelikkan’a verildi. Çelikkan, ödül konuşmasında insan hakları mücadelesini bugün de sürdüren isimleri andı ve “Bu ödülün iyi bir insan olduğum için verildiğine inanmak istiyorum” sözleriyle noktaladı.
Yurtdışından bu ödüle layık bulunan isim ise Yemen’de insan haklarının yanı sıra sıcak savaş ortamı ile, açlık ve yoksullukla mücadele etmek zorunda olan Mwatana İnsan Hakları Örgütü oldu. 2013 yılında Radya el-Mutakavel ve eşi Abdulreşid el-Fakih tarafından kurulan Mwatana bünyesinde bugün 70’in üzerinde genç gönüllü çalışıyor. Babası da sokak ortasında işlenen bir faili meçhul cinayetin kurbanı olan Radya el-Mutavakel, ödülü aldığı sırada yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bir sonraki öğünde ne yiyeceğini, ne bulacağını bilemeyen insanlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. En sıradan hastalıkların dahi tedavi imkânı olmadığından ölümcül sonuçlara yol açtığı bir ülke Yemen. Ve Yemen, Suudi Arabistan’ın liderliğindeki bir koalisyonun askeri saldırılarının hedefi. Bağımsız insan hakları örgütlerine karşı yaygın bir karalama kampanyası yürütülerek toplumda ön yargılar üretiliyor.”
Ülkeler değişse de yöntemlerin değişmediğinin bir diğer kanıtı da geçtiğimiz hafta Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin düzenlediği konferans oldu. Malta’da katledilen gazeteci Daphne Carisiana Galuza’nın, kendi de gazeteci ve insan hakları savunucusu olan oğlu Matthew Carisana Galuzia, Türkiye’de aynı kaderi paylaştığı insanlarla buluştu. Musa Anter’in oğlu Dicle Anter, Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu ile oğlu Özgür Mumcu, Hrant Dink’in kızı Delal Dink ve oğlu Arad Dink ile tanışmak herkese iyi gelmiş, hepsinde de acılarını paylaşmanın yol açtığı hafiflemeye kapı aralamıştı. Devir zulüm üretiyor, bizde ve her yerde… Sermayenin ürettiği bu küresel zulme karşı koymanın en temel yolu ise yan yana durmak, safları sıklaştırmak, özgün iletişim ağları geliştirmekle başlıyor. Bilindiği gibi 3. Havalimanı şantiyesinden gecenin bir yarısında 600 işçinin gözaltına alınması dahi tek bir satırla yer almıyor egemenlerin medyasında. Bu gidişle Türkiye medyası bir zamanların Pravda veya İzvestiya gazetelerinin de önüne geçti gerçekleri görmemek konusunda. En temel ve insani çalışma koşullarını talep etmek yine aynı medya tarafından birilerinin maşası olmakla suçlanmak için yeterli olabiliyor.
Emekçiler ve ezilenler açısından hayat hiçbir çağda kolay olmamıştır. Belki de en kolay olduğu zamanlarda yaşıyoruz, zira günümüzde mızrak çuvala girmiyor. Bir yanını örtsen öbür yandan çuvalı delip çıkıveriyor ortaya. Kimin ne yaptığı, ne ettiği gün gibi aşikar oluyor git gide. Halkın Hukuk Bürosu veya Çağdaş Gazeteciler Derneği üyesi avukatlara yönelik hukuksuzluk da bu çabanın dışavurumu. Ama tüm bunlar mevcut hoyratlığın sürgit devam etmesine yetecek mi? Emin misiniz?