Askeri vesayet ya da daha keskin adıyla ‘cumhuriyet oligarşisi’, AKP’nin Türkiye’ye yaşatmayı vaat ettiği dönüşümün başlıca hedefiydi. Bir düzenin oligarşi olarak tanımlanmasının koşulu, ülkenin bir azınlık tarafından bu azınlığın çıkarları doğrultusunda yönetiliyor olmasıdır. Siyasal düzeyde, çoğunluğun karar alma mekanizmalarından dışlanması olarak tezahür eder. Bunun için ülkenin mutlaka otoriter bir rejimle yönetilmesi gerekmez; 20. Yüzyıl ortalarında Joseph Schumpeter gibi siyaset kuramcıları tarafından kökenindeki egaliteryan içeriği tamamıyla boşaltılarak bir formel prosedüre indirgenen ‘demokrasi’ de oligarşik bir düzenin idamesini mümkün kılar olmuştur. İmtiyazlı bir azınlığın siyasal ve ekonomik tahakkümü, çok partili sistem ve periyodik seçimler gibi formel demokrasi kriterlerine uygun koşullarda da sürdürülebiliyor. Ekonomik düzeyde gelir dağılımındaki uçurum, siyasal prosedürün otoriter ya da ‘demokratik’, monolitik ya da çoğulcu oluşundan bağımsız olarak ‘oligarşi’ etiketini belirliyor.
AKP’nin başlangıçta sunduğu tabloya göre, ülke bir elitin tahakkümü altındaydı ve siyasi partiler topluma sundukları programları hayata geçirmek yerine son tahlilde bir imtiyazlı azınlığın icazeti altında ülkeyi yönetiyorlardı. 1990’lı yılların sonu itibarıyla bu ‘oligarşik düzen’in kabaca bir röntgeni çekildiğinde; piramidin tepesinde TÜSİAD’da kümelenmiş büyük sermaye ile askeri ve sivil bürokratik elitler arasında oluşmuş bir iktidar bloğu görülecektir. Siyasal hak ve özgürlükler kadar gelir dağılımındaki uçurumun da günümüzden pek farklı olmadığı koşullarda dönemin adaletsiz düzeni, yaygın bir ‘güvenlik’ mekanizmasının işleyişi sayesinde yürümekteydi. Bu mekanizmanın Susurluk kazasıyla gün yüzüne çıkan yer altı uzantıları ve JİTEM gibi kayıt dışı resmi şiddet aygıtları, rejim için hayati işlevler yerine getirmekteydi.
‘Eski rejim’in askeri/bürokratik elitlerinin tasfiyesi ya da ‘vesayet düzenine’ son verilmesi vaadi, yirmi yıllık süre zarfında büyük ölçüde hayata geçirilmiş olabilir; Ergenekon/Balyoz davaları çoğunlukla böyle algılandı. Bürokrasi içinde ensesi tıraşlı, kravatlı ya da tırnağı ojeli kadrolar, yerlerini badem bıyıklı, takunyalı ve başörtülü bir tipolojiye bıraktı. Hakim ve savcılarda, hukuk tahsili mezuniyetinden çok tarikat mensubiyeti şartı arandığı anlaşılıyor. Ekonomik düzeyde ise, müesses nizamın geleneksel büyük sermaye grupları yerinde dururken bunların yanında siyasal iktidarla iç içe geçmiş çoğu inşaatçılıktan palazlanma bir oligarklar zümresi oluştuğu görülüyor. Mehmet Uçum gibi komünistlikten devşirme AKP ‘kuramcıları’, bu değişimin bir ‘demokratik halk devrimi’ tablosu sunduğunu vaaz etmekte.
Uçum çok uğraşsa da içinden geçilen durumu vulgar Marksizm’den devşirme böyle bir şemaya uydurmak mümkün değil. Uçum’un çabasını ama daha önemlisi AKP iktidarının yirmi yıllık icraatını Hans Blumenberg’in felsefi terminolojiye kazandırdığı ‘reoccupation’ (yeniden-işgal) kavramı çerçevesinde düşünmek açılayıcı olabilir. Blumenberg, bu kavramla, yeni bakış açıları ve yeni sorunlarla ilgili belli değerlerin, temelden farklı bir dizi ihtiyaç temelinde oluşmuş eskiye ait değerlerin yerini almakta olduklarına işaret eder. Eski değerler, yenilerine kendi taleplerini dayatır ve böylelikle onları deforme ederler. Blumenberg’e göre, ‘tarih felsefesi’, ‘ilerleme’ ve ‘emansipasyon’ gibi modern meta anlatılar, bu ‘reoccupation’ zorunluluğunun sonuçlarıdır (H. Blumenberg, 1966, The Legitimacy of the Modern Age, s.19). Özünde, insanı maddi dünyadaki her olayın faili olarak eksen alan ‘tarihi insan yapar’ sloganına dayanan Aydınlanmayla çelişkili, Hıristiyan teolojiye ait ‘asli günahla başlayıp ‘selametle’ son bulacağına inanılan tarih anlatılarının dünyevi terimlerle yeniden ifade edilişleridir. Söylemin terimleri değişmiş ama artık teolojik olmamasına rağmen teleolojik gramer tekrarlanmıştır.
Özetle AKP, yirmi yıl önce devraldığı müesses nizama özgü kurumları dokunmadan yerinde bırakırken kadrolar anlamında bir doldur-boşalt yapmış görünüyor. Bürokrasi kadroları laikçilikten arınıp İslamcılaşırken yönetsel yapıların niteliği ve işleyişi anlamında bir değişim görülmüyor. Bu değişimi yapmak ise, zaten sorunlu olan formel demokratik prosedürü bile zedeleyici siyasi ve hukuki değişimleri gerekli kıldı. Erdoğan’ın dayattığı otoriter rejim ve yargı bağımsızlığının tamamen ortadan kaldırılması, eski oligarşinin laikçi bürokratik elitlerinin yerini İslamcı elitlere bırakmasının hak ve özgürlükler anlamında topluma faturasıydı. Ekonomik anlamda ise oligarşik düzen hiç değişmeden sürdürülüyor. Bu yıl itibarıyla Türkiye nüfusunun yüzde 10’u tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken en yoksul yüzde 50’nin payı sadece yüzde 12. Bu ekonomik uçurum, özellikle son aylarda dar gelirli çoğunluğun tüketim gücünde gerçekleşen büyük hasar sonucu daha yakıcı olarak hissediliyor.
2013-2015 yılları arasında yaşanan ‘barış süreci’, yeni rejimin güvenlikçi devlet zihniyetinden uzaklaşma vaadini de içeriyordu. Siyasal hak ve özgürlükler kadar gelir dağılımındaki uçurumun da günümüzden pek farklı olmadığı koşullarda dönemin adaletsiz düzeni, yaygın bir ‘güvenlik’ mekanizmasının işleyişi sayesinde yürümekteydi. Ama Erdoğan’ın süreci sonlandırma kararı, rejimin otoriterleşmesine, ‘yerli ve milli’ bir ‘beka’ söylemiyle desteklenen geçmiştekinden daha sıkı bir güvenlikçi-disipliner sisteme geçiş sonucunu getirdi. Güvenlikçi tahakkümün gereği olarak derin ve karanlık devlet aygıtlarının tasfiye yerine kendine sadık kadrolarla yeniden tahkim edilmesi gündeme geldi. JİTEM’in yerine ikame edildiği anlaşılan JÖH ve PÖH gibi yapılar, bunlarla birlikte istihdam edilen cihatçı milisler, Sedat Peker’in adamları ve SADAT, bu çöküşten sonra dağılan toz bulutu içinde giderek daha görünür hale gelmeye başladı. Haksız tutuklamalar, işkence, ırkçı cinayetler, yargısız infazlar ve cezaevlerinde ölümler yeniden yükseldi. Toplamda, o ürpertiyle anılan 1990’lı yılların daha beterine geri dönülmüş oldu. Blumenberg’in terminolojisiyle, oligarşik yapıların tasfiyesi yerine ‘yeniden işgali’ sonucu daha zor koşullar içine düştüğümüz söylenebilir.
CHP lideri Kılıçdaroğlu geçen hafta bu yeni oligarşinin kayıt dışı şiddet aygıtı olan SADAT’ın kapısına gitti. Bu Cumartesi İstanbul’da büyük bir miting gerçekleşiyor. AKP taraftarları için CHP’nin duruşu, eski oligarşiye dönüş tehlikesinden başka bir anlam ifade etmiyor. CHP’nin yönetim ve seçmen kitlesi içinde ‘eski rejim’ özlemi yaygın olabilir ama partinin ve temsil ettiği muhalif bloğun bütünü için bunu söylemek doğru olmaz. Aslında muhalefetin tabanında, bürokrasi kadrolarının dış görünüşü gibi yüzeysel değişikler yerine gelir uçurumu, otoriter rejim ve Kürt kimliğine karşı yürütülen savaş gibi oligarşik düzenin temellerini sorgulayacak ve kolonlarını sarsacak bir eğilim giderek güç kazanıyor.
HDP’nin duruşu, bu gelişmenin başlıca faili ve garantisidir.