Erol Katırcıoğlu
Bu yazıyı geçen hafta Silivri Cezaevi’nde Gezi davası nedeniyle tutsak olan üç arkadaşımızı (Can Atalay, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay) ve aynı davadan 4,5 yıldır tutsak bulunan Osman Kavala’yı ve yine kayyum nedeniyle görevinden alınıp 5,5 yıldır tutsak olan Van Belediyesi Eş Başkanı Bekir Kaya’yı ziyaretim sırasında cezaevinde gözlemlediğim bir durumla ilgili yazıyorum.
Meral Danış Beştaş’la yaptığımız bu ziyaret birçok bakımdan ilginçti. İlginç oluşu yaptığımız konuşmalardan çok görüşmelerimizin geçtiği odanın dizaynıydı. Yaptığımız konuşmalar bildik memleket dertlerimizdi. O nedenle onlar üzerine durmayacağım. Ama oda ilginçti.
Oda diyorum ama bu aslında bir açık görüş salonu. Ortada plastik bir küçük masa, masanın bir tarafında iki, diğer tarafında da bir sandalye var. İki sandalye bizim için diğer sandalye ise görüşeceğimiz arkadaşımız için. Pencereler tabii ki demir parmaklıklı ve tel örgülü.
Odayı ilginç ve düşündürücü kılan salonun iki duvarında neredeyse duvar genişliğinde iki fotoğrafın olması. Fotoğrafların birinde inanılmaz bir Haiti mi Tahiti mi yoksa Koh Samui mi bilinmez bir deniz kıyısı manzarası var. Masmavi bir gökyüzü altında lacivert bir deniz sahili. Palmiyelerin gölgesi kumlarda. Güneş pırıl pırıl. Sanırım hiç kimse bu resimle karşılaşınca “İşte tam da yaşanılacak yer!” demekten kendini alamaz. Hele hele günlerdir ya da aylardır ya da yıllardır burada yatan bir kişi iseniz, bu resmi görünce içinizden açan bir güneş gibi orada olmak duygusunu yenmeniz mümkün değil.
Salonun diğer tarafında ise bir başka fotoğraf-resim var. Orada da tepesi karlı bir ulu dağ ve eteklerinde yemyeşil çimenlerin arasından pırıl pırıl akan bir dere. Bu resme de bakan bir kişinin eğer böyle bir dağlık bölgede doğmuş büyümüş biriyse, çocukluğunu ve oradaki yaşamını özlememesi mümkün olmaz.
Neden bu iki fotoğraf-resim oraya konmuş dersiniz? İçimden bu soruyu geçirdiğimde ilk cevabım bunun bir tür işkence olduğu idi. Özgürlüğü alınmış kişilere özgürlüğü oldukça derinden hatırlatabilecek bu iki resmin o odaya konmuş olması, dışarıdan gelen dostlarıyla konuşurken insanda dışarıyı ait bir özlem yaratmak için değilse nedendi? Giderek “Neden buradayım?”, “Bunu mu hak ettim?” türünden belki pişmanlık duyguları üretmek içindi. Bu da işkencenin bir türü değil midir?
Peki kim akıl etmiş de koymuş bu resimleri oraya? Tabii ki cezaevi idaresi. Belki de ilgili bakanlık. Belli ki tutukluların içerde geçirdikleri zor koşulların tam zıttı hayatları hatırlatarak, onları ‘doğru yola getirmek’ amacıyla koymuşlar. Ama aslında bu iki fotoğrafın hatırlattığı özgür ve imrenilecek hayatlar bunları oraya asmayı akıl edenlerin yaşayabildikleri hayatlar mıdır dersiniz? Bence mümkün değil! Bu resimleri oraya asmayı akıl etmiş siyasetçileri bir kenara koyalım, bürokratları düşünün. Bu insanların böyle bir hayat yaşamaları Türkiye koşullarında mümkün müdür? O zaman onların tutuklulara yaptıkları işkenceyi aslında kendilerine de yapmış olmuyorlar mı? Tutsakları tutsak yapanlar da aslında tutsak değiller midir?
Peki ya doğru yola getirmek meselesi ne olacak? Eğer bu insanların yaptıkları, bazı insanları yanlışlardan arındırmak ve doğru yola getirmekse, onları doğru yola getirmiş olanlar kimlerdir? Daha da ötesinde onların yollarının doğru olduğuna kim karar vermiştir? Kısacası bizleri doğru yola getirenleri kimler doğru yola getirmiştir?
Bu sorunun tek bir cevabı var bence: güçlü olanlar!
Güçlü olanlar, sermayeye ve silaha sahip olanlar bütün tarih boyunca güçlerini korumak için güçlülere başkaldıranları güçsüz kılmak için bu kuralları koydular. Onun için insanlığın gerçek anlamda özgür olması ancak sermayenin ve silahın güç olmaktan çıkmasıyla mümkün.
İşte Silivri Cezaevi’nde ziyaret ettiğimiz arkadaşlarımız bunun için oradalar, sermayenin ve silahın güç olmaktan çıkması için…