İktidarda 20 yılını tamamlamaya doğru giden AKP hükümetinin gelinen noktada halka iki önerisi var, şükür ve sabır. Yoksulluk hangi boyutta olursa olsun, elinde kalanlar için şükretmek dinsel bir telkindir ve insanın doğasıyla çelişir. Medeniyet şükretmemek, yani var olanla yetinmeyip hep daha iyisine, daha çoğuna sahip olma dürtüsü ile şekillenen bir kavramdır. Her konuda olduğu gibi, bu kavram da kendi zıddını barındırır içinde.
Şükür bir yanıyla tefekkür ve buna bağlı olarak pasifizmi, edilgenliği getirirken, yetinmeme de hırsı, aç gözlülüğü, doyumsuzluğu, tatminsizliği taşır içinde. Bu iki aşırılık arasındaki denge ise ölçülülük ve bilinçle sağlanır. Bir yandan elde edilenin değerini bilmek, diğer yandan onu daha büyütmek için çabalamak uğraşı birikerek medeniyet dediğimiz anlayışı şekillendirir.
Sabır ise bir yanıyla tekrar dinsel bir telkin iken, diğer yanıyla da pratiğin öğretisidir. Toprağa düşen tohumun filizlenmesi iklimsel faktörlerle şekillenen bir süreci gerektirir. Bu gereklilik karşısında sabırsızlık göstermenin fazlaca bir anlamı yoktur. Ancak ihtiyaçlar zorladığında insanlar bu konuda da sabırsız olabiliyor. Örneğin tohum ektiği toprağın üzerini cam veya ışığı geçiren naylonla örttüğü yetmezmiş gibi, bu kapalı alanı da soba veya benzeri araçlarla ısıtarak hasadı daha erken yapmanın yollarını arıyor. Benzer örneği kuluçka süresini kısaltarak üretimi artıran endüstriyel tavukçuluk sektöründe de gözlemek mümkün.
Bu örnekler doğal sürecin dayatmalarına karşı insanın sabırsızlığını anlatıyor. Ancak muktedirlerin, dinsel söylemlerle gündeme taşıdığı sabır kavramı beklentiyi ahirete kadar erteleme yeteneğine sahip. Bu dünyada yaşanan mağduriyetin mükâfatının öte dünyada verileceğini söylemek çok büyük bir aldatmaca, dolayısıyla da sahtekârlıktır.
Bir bakıma insanın aklıyla alay eden bu söylem, söz konusu dinsel telkinler olunca, hemen her inançtan alıcı da buluyor. Yaşamın bu dünyayla sınırlı olması, ölümden sonrasının bir hiçlik olduğu söylemi insanoğlunun hazmetmekte güçlük yaşadığı bir gerçeklik. İlkel inançlardan semavi dinlere kadar tüm inanç sistemleri işte tam da bu zaafı kullanarak beden ve ruh ayrımı anlayışını üretmiş, ölümün bedensel bir mesele olduğu, ruhun ise ölümsüzlüğü üzerine inşa etmişler söylemlerini.
Açlıktan ölen bir beden için etkili bir teselli.
“Her şey çok güzel olacak Ekrem abi”. Bir çocuğun son yerel seçimlerde seçim otobüsünün önünden koşarken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayı Ekrem İmamoğlu’nun gözünün içine bakarak söylediği bu söz adeta bir seçim sloganına dönüşmüştü.
‘Nasıl?’ diye sorulmadıkça herkese iyi gelen o inanç dolu cümle, bu soruyla umut dolu parıltısını yitiriyor ve yerini ciddiyete, sorumluluğa ve en önemlisi düşünmeye bırakıyor. İşte din adamlarının sorgulayıcı akıldan nefret etmeleri, söylemlerinin sorgulanmasına tahammül edememelerinin arkasında bu ‘Nasıl?’ sorusunu cevaplamada yaşadıkları zorluklar var.
Bu denli basit ‘Nasıl’ sorusu bilimin kapısını açan anahtardır aslında. Her şey o basit soruya yanıt aramakla başlar. O noktadan itibaren de din ve bilim arasındaki hiç bitmeyen zıtlık, bağdaşmazlık, uyuşmazlık baş gösterir.
Bu aşamada dinin telkinlerine mutlak itaat kolay bir kaçış yoludur ve insanların çoğu başa çıkamadığı tüm sorunlarını bu yolla arkasında bırakır. Diğer yol meşakkatlidir zira yanıtlanan her ‘Nasıl’ sorusu, yeni sorulara kapı açacaktır. Ama unutulmamalı, medeniyet denen merdivenin basamakları o soruları yanıtlayarak çıkılıyor. Üretilen her çözüm bizi bir üst basamağa taşımakta, çıkılan her basamak da görüş açımızı daha da genişletmekte. Soruların çoğalması görüş açımızdaki genişlemenin sonucu.
İnsanlığın önündeki en önemli ikilem tam da burada şekilleniyor. Ya mutlak bir inançla durduğun yerde göz hizanla bakarsın, ya da o meşakkatli tırmanışa soyunur, yükseldikçe meselelere daha da geniş bir açıdan bakarsın.
Mutlak olan ise şükür ve sabrın merdiven çıkmak için uygun araçlar olmadığı.