Ankara’da Sıhhiye’den başlayıp, Kocatepe Camii’nde sona eren Mithatpaşa Caddesi’nde yer alan Yenişehir Postanesi hayatımda önemli bir yer tutar. 1970’li yıllarda çalıştığım Ser Yayınevi’nin on binlerce kitabını, ülkenin dört bir yanına bu postaneden göndermiştik. Son 15 yıldır ise cezaevlerinden gelen mektuplarımı buradaki posta kutumdan alıyorum.
Geçen hafta perşembe günü öğleye doğru yine Yenişehir Postanesi’ne uğradım ve cezaevlerinden gelen mektuplarımı posta kutumdan aldım. Onları “İçeriden” köşemde değerlendirmek üzere hemen evime geri dönebilirdim aslında; ancak bugün Ankara Tabip Odası’nda bir randevum var. En geç saat 12:30’da orada olmam gerekiyor. Neredeyse, bir saat vaktim daha var; ne yapsam acaba?
Postaneden çıktıktan sonra hemen sağa dönüp Sakarya Caddesi’ne yöneldim. Sakarya’da bulvara varmadan sola döndüm ve Selanik Caddesi’ndeki çiçekçilerin önünden Ziya Gökalp Caddesi’ne çıktım. Oradan Kızılay meydanına doğru yürüyüp, Sosyal Han’a girdim. Sosyal, Ankara’da yapılan ilk apartmanlardandır. Yetmişli yıllarda burası işhanına dönüştürüldü. Üst katlardaki dükkanlar bizim için önemli değildi ama en alt katta, ikinci bodrumda TKP’li Atilla Tanılkan’ın Hat Kitabevi vardı. İlk sol kitaplarımızı ya Zafer Çarşısı’ndan ya da oradan almıştık. Bir de onun karşısındaki köşede bir müzik malzemeleri dükkânı vardı. Plaklardan olmasa da ilk müzik kasetlerimizi orada almış olmalıyız.
Sosyal’da yine en alt kata iniyorum. Burada ne mi arıyorum? Elbette Hat Kitabevi’ni değil. Burada Ovacık Belediyesi’nin organik ürünlerini satan bir dükkân var. İlk açıldığında Komünist Belediye Başkanı Fatih M. Maçoğlu’nun üretimine öncülük ettiği nohut ve fasulyeler büyük ilgi görmüştü. Cumhuriyetçi teyzeler, buraya akın akın geliyorlardı. Dükkân yerinde duruyor ama hüzünlü bir yalnızlık içinde. Bu dönem Dersim Belediye Başkanlığı’na seçilen Maçoğlu, “Dersim’e, Dersim dediği için”, Ankara halkındaki ilk Komünist Başkan’a olan ilgi sönümlenmiş anlaşılan. Üstelik Ovacık Belediyesi’ni bu kez CHP kazandığı halde…
Buradan çıkıyorum ve trafik ışıklarına dikkat ederek karşıya geçiyorum. Karşıda eski Gima gökdeleni var. Gima ve hatta bu binadaki Kızılay Postanesi buradan gideli yıllar oldu. Gökdelenin arka sokağındaki merdivenlerden tırmanıyor ve bu sokaktaki Dost Kitabevi’ne giriyorum. Bu kitabevini çok seviyorum. Sadece botanik bahçesini andıran bu yerde kitap bakmak ve satın almak için değil; insanların aldıkları kitapların parasını ödemek için sıraya girmeleri çok hoşuma gidiyor. Avrupa’daki büyük kitabevlerini hatırlatıyor bana.
Yeni çıkan kitaplara göz atıyorum. Çoğunu kitap eklerindeki tanıtımlarından ya da orada yayınlanan ilanlarından tanıyorum ve kimilerini satın almayı planlıyorum ama… Bu denli artan kitap fiyatlarıyla nasıl baş edeceğiz bilemiyorum. En ince kitaplar 50 lira civarında. (Gerçi bu para, en ucuzundan iki paket sigara parası.) Diğer şeylerin fiyatlarını düşündüğünüzde çok sayılmaz aslında. Kitapların sayfası 200’leri geçtiğinde fiyatı da 100 liraya doğru tırmanıyor. Biraz da bu yüzden olmalı, yeni çıkan romanların -ki bunlara romandan çok novella demekte yarar var- sayfa sayısı 100’ü çok az aşıyor. Demek ki, daha özlü şeyler yazılıyor; gereksiz sayılabilecek uzun tasvirlerden kaçınılıyor. Yoksa yazarlar, insanların azalan dikkatini mi düşünüp, daha kısa şeyler yazmaya mı yöneldiler?
Kitabevinden çıkıp, sola dönüyorum. Önümde İnsan Hakları Anıtı, sağımda Mülkiyeliler Birliği, Yüksel Caddesi boyunca yürüyorum. Bizi tüm dünyaya rezil eden Anıt çevresindeki polis bariyeri kaldırılalı çok oldu ama polislerin geçici karakolu biraz gerilere alınsa da, bu caddedeki yerini koruyor. Polis illaki buralardaki herhangi bir basın toplantısına anında müdahale edip, insanları darmadağın edecek, hatta bir kısmını gözaltına alacak. Yüksel Caddesi’nin Mithatpaşa Caddesi’yle kesiştiği yerden sağa dönüp, biraz tırmanınca Ankara Tabip Odası’nın yerine ulaşıyorum.
Burası benim için çok tanıdık ve dost bir ortam; arkadaşlarımla buluşup görüşebildiğim bir yer. Belki benim de birkaç yıl, tıp fakültesinde okumuş olmamdan, belki de ATO’nun insan haklarını önemseyen yönetimleriyle birçok etkinlikte bir araya gelmemizden. Bugün de önemli bir basın toplantısı için buraya geldim. Önce asansörde karşılaştığım kişilerle tanışıyorum. Biri, Sibel Balkaç’ın annesi. Gözü yaşlı anneyle ve Gökhan Yıldırım’ın ağabeyine kendimi tanıtıyorum. Bugün burada Sibel ve Gökhan için bir basın toplantısı yapılacak.
Önce Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde bulunan Sibel Balkaç, sonra da Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde bulunan Gökhan Yıldırım, adil yargılanmak ve hasta mahpusların tedavi için tahliye edilmesi gibi taleplerle ölüm orucuna başladılar. Ölüm orucu 150’li günleri geçti. Kiloları 45-50’lere düştü. Kritik günler aşıldı. Konunun kamuoyuna yeterince duyurulması gerekiyor. Yetkililerin bu konuda bir şeyler yapması lazım. Bu nedenle, bugün burada sağlık örgütleri, insan hakları örgütleri ve avukat dernekleri bir araya geldi. Ben de içeridekilerin sorunlarını köşemde yıllardır değerlendiren bir gazeteci olarak böylesi anlamlı bir toplantıya icabet etmeden duramadım.
Bir avuç gazeteci olarak toplantıyı düzenleyen örgütlerin temsilcilerini ve özellikle de Sibel Balkaç’ın annesi ve Gökhan Yıldırım’ın ağabeyini dinliyoruz. Görüntü alınıyor, notlar yazılıyor bilgisayarlara. Bildiğimiz bir konu, iki genç insanın yaşamı söz konusu. Çok hassas bir mesele. Anne gözyaşları arasında anlatıyor. “Ben bir evladını yitirmiş biriyim, bir defa daha aynı acıyı yaşamak istemiyorum” diyor. Yetkililere sesleniyor. İstanbul’dan Ankara’ya gelirken, birkaç defa gözaltına alınan ve bu toplantıdan sonra da Meclis’e girmesi yasaklanan anneyi bizden başka birileri duyacak mı; Sibel ve Gökhan’ın taleplerine yanıt olabilecek bir yetkili kişi ya da kurum var mı?
***
* Sevgi Soysal’ın ölümsüz eseri ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni anımsatması dileğiyle…