Bağdat ve Süleymaniye’de temaslarda bulunan HDP heyetinde yer alan Sezai Temelli ile konuştuk: KDP izlemiş olduğu politikalar sonucu tarihindeki en büyük yalnızlığı yaşıyor. Güney Kürdistan’ın federatif yapısı, statüsü çok kıymetli. Bu statü risk altında. KDP’nin en büyük tahribatı bu statüye verdiğine dair görüş birliği var
Sadık Topaloğlu / Enes Sezgin
Türkiye’nin Federe Kürdistan Bölgesi’ne dönük Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) iş birliğiyle 17 Nisan’da başlattığı saldırılar 29’uncu gününde devam ediyor. Sahada ilerleme sağlayamayan AKP ve KDP, Irak’ın yanı sıra bölgedeki birçok gücü kendi yanlarında hareket etmesi için ikna etmeye ve buradan sonuç çıkarmaya çalışıyorlar. Türkiye ve KDP’nin savaş siyasetine karşı Irak’ın başkenti Bağdat’a resmi temaslarda bulunmak üzere giden Halkların Demokratik Partisi (HDP) Dış İlişkiler Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Feleknas Uca ve Van Milletvekili Sezai Temelli’den oluşan bir heyet, Irak Cumhurbaşkanı Berhem Salih’le görüştü. Heyet, Irak’taki temaslarının ardından yeniden Türkiye’ye döndü. HDP Milletvekili Sezai Temelli, ziyarete ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Federe Kürdistan’a gidiş amacınız neydi? Orada kimlerle görüştünüz?
Biz öncelikle Bağdat’a gittik ve Irak Cumhurbaşkanı Berhem Salih’le görüştük. Yine Bağdat’ta bazı temaslarımız oldu. Ardından Süleymaniye’ye geçtik. Yine orada da bazı temaslarımız oldu. Ayrıca Kürt yazar İbrahim Ehmed adına Selahattin Demirtaş’a verilen Onur Ödülü’nü aldık. Barış mücadelesinde olmasından dolayı tutsak olmasına yönelik verilen bir ödüldü bu.
Berhem Salih ile bir görüşme gerçekleştirdiğinizi ifade ettiniz. Görüşmede neler konuşuldu, tartışıldı ve ne gibi sonuçlar ortaya çıktı?
Bu görüşme hem bizim hem Irak’ın sorunları açısından hem de Berhem Salih açısından oldukça önemliydi. Kendisinin ev sahipliği de oldukça iyiydi, bunun için teşekkür ediyorum. Öncelikle Irak’ta yaşayan insanlar Türkiye’nin bu savaş politikasına tamamıyla karşı. Berhem Salih’in altını çizdiği en önemli konulardan biri buydu. Bu konuda bütün dünya kamuoyunu harekete geçirmek adına göstermiş olduğu çabaları da söz konusu. Bu savaşın bir an önce sonlanmasını, Türkiye’nin geri çekilmesi gerektiğini, bu işgalci anlayışın gerçekleştirdiği savaşın hiçbir bahanesinin olamayacağını, Türkiye’nin dile getirmiş olduğu bütün gerekçelerinin bir karşılığının olmadığını çok net bir şekilde söyledi. Ankara’ya da bu konuda görüşlerini ilettiğini söyledi. Hatta bu konuda sıklıkla bir çaba içerisinde olduğunu fakat Ankara’nın dinlemediğini söyledi. Ankara’nın bölgede yaşanan meselelere dair hiçbir hassasiyet göstermediğini zaten biliyoruz. Bugünkü Erdoğan rejimi, bölgeyi olabildiğince istikrarsızlaştıracak bir siyaset izliyor. Bunun bahanelerini kendince yaratıyor ve bunu dünya kamuoyuna da adeta pazarlıyor. Genel amacının da Rojava’dan Başûr’a, Suriye’den Irak’a ve İran’ı da kapsayacak şekilde istikrarsızlığa mahkûm etmek, bu istikrarsızlığı ve buna bağlı gelişen kaotik ilişkileri kendi amacına uygun gerçekleştirmektir.
Peki, burada ne tür senaryolar var?
Burada birkaç tane senaryo var. Çok uzun bir tarihsel arka plana sahip olan Misâk-ı Milli ütopyaları var. Ama bu bir ham hayaldir. Çünkü Ortadoğu halklarına rağmen böyle bir hayalin peşinde koşmak hiçbir gerçekçiliğe sahip değil. Bütün bu senaryoların geçtiği yer Kürdistan ve bu politikayla öncelikle karşı karşıya kalan halkların başında Kürtler geliyor. Tabii bu Misâk-ı Millici akıl yani kızıl elmacı düşünce beraberinde bir yayılmacı politikayı da sağlamış oluyor. Ama Türkiye hem ekonomik hem de sistemsel olarak tıkanmış durumda. Buradan çıkmanın yolu olarak bu yayılmacı politikaları görüyorlar. 2010’ların başında Suriye savaşı başladığında Türkiye siyasetinde bir Neo-Osmanlıcılık dalgası yayıldı. Meşhur Emevî Camii’nde namaza gitme hikayesinin altında yatan buydu. Efrîn’den Kuzey Doğu Suriye’ye, Başûr’a, Musul’a ve Kerkük’e kadar bütün bu coğrafyada hem ekonomik hem de siyasi olarak bu yayılmacı anlayışın etkilerini izliyoruz. Bunun için de bölgenin istikrarsızlaştırılması çok önemli. Tabii bu sadece Kürtlere yönelik savaşla sınırlı kalmıyor. Tüm bölge halkları bu anlamıyla hedef haline geliyor. Dolayısıyla hem Kürt halkının hem de diğer halkların Türkiye’ye çok ciddi bir tepkisi yükseliyor.
Bir de Şengal üzerinde birtakım senaryolar var…
Şengal meselesinin çözüme kavuşması çok kritik ama Türkiye’nin dayattığı politikalar orada ciddi gerilim iklimi yaratıyor. Oysa Şengal kendi çözümünü bulmuştu. IŞİD’i yendikten sonra kendi özyönetim ve özsavunma güçleriyle anayasal haklarını kullanarak çok önemli yaşam ortamı oluşturdular. Türkiye’nin burayı da istikrarsızlaştırmaya yönelik bir baskısı var. Güney Kürdistan meselesi kadar burası da çok kritik bir mesele. Şengal’in özerkleşmesi, federatif bir akılla yeniden değerlendirilmesi, Irak açısından da bölge açısından da bir çözüm olacaktır. Bu konuda da yaptığımız görüşmelerde düşünce olarak ortaklaştık. Bugün Lozan’ın yüzüncü yılını konuşuyoruz ama Sykes-Picot’nun gerçekleştirdiği haritada çizilmiş sınırlar üzerinde yaşamları birbirinden ayıramazsınız. Bölge gerçekliğine rağmen oluşturulan devlet modellerinde bir tıkanma sürecini yaşıyoruz. Dolayısıyla Ankara, Tahran, Bağdat, Şam ekseninde biçimlenen bir siyaseti halklar kabul etmiyor. Bu anlamıyla Ortadoğu büyük sancılar içerisinde. Ama bu sancılar yeniyi karşılama umutlarıyla oluşan sancılar. Savaş karşıtlığını büyütmek adına da çok önemli görüşler aldık. Görüşmelerde Türkiye’de en önemli mücadele hattımızın savaş karşıtlığı olduğunu biz de ifade ettik. Bütün halklar savaştan bıkmış. Özellikle Kürtlere yönelik kıyımcı, haklarını yok eden, kendi demokratik yaşamlarını var etme hakkını yok sayan bu savaşa karşı çok geniş bir tepki var.
Bunların yanı sıra bugün KDP, Türkiye ile tamamıyla aynı çizgide. Yaptığınız temaslarda KDP’nin izlediği bu politikaya karşı tepkiler var mıydı?
Hem Kürt toplumu içerisinde hem de diğer toplumlarda KDP izlemiş olduğu politikalar sonucu tarihindeki en büyük yalnızlığını yaşıyor. Bunu gözlemledik. KDP’ye izlemiş olduğu stratejik hatadan dolayı büyük eleştiriler var. Özellikle Güney Kürdistan’ın federatif yapısı, oranın statüsü çok kıymetli. Bu statünün geliştirilmesi gerekiyor. Ciddi anlamda kalıcı ve kurumsallaştırılması gerekiyor. Oysa KDP’nin izlediği politikaların en büyük tahribatı bu statüye yönelik olduğuna dair bir görüş birliği var. Bölgenin statüsü risk altındadır. Güney Kürdistan’daki iç siyasetin bu denli kamplaşmış olması çok daha büyük bir riski beraberinde getiriyor. Yani KDP ve diğer partiler arasında, özellikle KDP-YNK arasındaki bu kamplaşma ister istemez birlik duygusundan yoksun bırakıyor insanları. Bu konuda KDP’nin bir an önce bu stratejiden vazgeçmesi beklentisi var. Buna dair bir kamuoyu oluşmuş durumda. Aydınlar, entelektüel çevre, gazeteciler, siyasi partiler ve Kürt olmayan kamuoyunda da bu duygunun hakim olduğunu söyleyebilirim.
Peki, Berhem Salih dışında kimlerle görüşme yaptınız?
Orada çeşitli partilerle görüşmelerimiz oldu. Süleymaniye’ye geçtiğimizde de çeşitli kurumlarla görüştük. Geniş bir temas trafiği vardı. Fakat çok dar bir zamanımız vardı. Bütün bu temaslarımızda savaş, Şengal meselesi, orada yaşanan toplumsal sorunları ve Türkiye-Irak ilişkileri en önemli başlıklarımız oldu. Türkiye’de siyaseti yürüten, Türkiye’nin içine sürüklendiği çukurdan çıkış yolunu gösteren HDP çizgisidir, paradigmasıdır, 3. yol anlayışıdır. Gittiğimiz her yerde bu önemli bir siyaset olarak görülüyor ve buna da çok fazla umut bağlanmış durumda. Çünkü HDP burada başarılı olduğunda bunun bölgeye önemli ölçüde etkilerinin olacağına inanıyorlar. Önümüzdeki seçimlerde ve sonrasında HDP’nin ortaya koyduğu mücadele Türkiye’yi demokratikleştireceği kadar bölgeyi de demokratikleştireceğine, Türkiye’deki şiddeti, savaşı ortadan kaldırdığı kadar, bölgeye de barış ve huzur getireceğine dair inanış var. Bunun farkındalığıyla biz de hareket ediyoruz. Görüşmelerde de bu duyguyu aldık.
Türkiye’nin özellikle Zap, Avaşîn ve Metîna’ya yönelik saldırılarının temelinde oradaki doğalgaz hattı olduğu ifade ediliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin yayılmacı politikalarından bahsettik. Bütün bunların dayandığı şey kaynaklara ulaşma derdidir. Bölgeye baktığınızda gerçekten önemli kaynaklara sahip. Özellikle NATO’nun 2030 konsepti ve Ukrayna meselesi önümüze çıktığı andan itibaren batının enerji kaynaklarına ulaşım meselesi öncelikli mesele haline geldi. Bunu Almanya, İngiltere, Amerika’nın açıklamalarından çok net görüyoruz. Düşünülen yeni ekonomi politikasının 3 ayağı var. Bu 3 ayağında konumlandığı yer Ortadoğu ve merkez olması itibariyle de Kürdistan. Kıyametin koptuğu yer burası. Bu kıyamet zenginlikten kopuyor. Çünkü Kürdistan ciddi bir zenginliğin üzerinde. Fakat bütün bu zenginliğe rağmen halk yoksul. Çünkü sömürgecilik devam ediyor. Petrol geliri elde ediliyor ama bu kaynak halka değil, batıya transfer ediliyor. Bu da ekonomi politiğin nasıl çarpık bir ilişkiler üzerinde geliştiğini gösteriyor.
Yeni ekonomik modelin 3 ayağı var dediniz. Nedir bunlar?
Bunlardan bir tanesi küresel finans sistemi. Bu kendisini özellikle bölgedeki ekonomik ilişkiler üzerinden değerlendiriyor. Yani bu bölgeye borç veriyor, yatırım yapıyor. Peki, küresel finans bu verimliliği neden burada görüyor? Çünkü burası bir enerji deposu. Ukrayna savaşından sonra buradaki gazın Avrupa’ya aktarılmasında Başûr, Rojava, Doğu Akdeniz ve Türkiye kritik önemdeler. Türkiye de bu konseptin en önemli parçası olma çabasında. Türkiye hem Rusya hem de NATO ile ilişkisiyle bölgede pay almak istiyor.
İkincisi askeri-endüstriyel kompleksi. Enerji kadar dünya ekonomisinde belirleyici olan savaş sanayisidir. Türkiye artık ciddi bir silah üreticisi ve bunu pazarlıyor. Soğuk savaş dönemi bitti. Nükleer savaş pazarlaması ve buna bağlı askeri sanayiyi geliştirip bazen düşük yoğunluklu, bazen yoğun savaşların gerçekleştiği çok ciddi gelişmeler var. Bu açıdan baktığımızda Ortadoğu hâlâ ekonomik anlamda bunun en büyük pazarını oluşturuyor.
Bir de bunun alt başlıkları var. Alt başlıklarında da Türkiye’nin en hevesli olduğu alan ise inşaat sektörüdür. Yani yıktığı yerleri yeniden inşa etmek. Mesela “1 milyon Suriyeliyi göndereceğim” senaryosu ile Rojava hattı gibi veya diğer bölgelerde olduğu gibi inşaat sektörü içerisinde alan açmak istiyor. Çünkü Türkiye’de inşaat giderek verimsizleşiyor. Artık köprü yapacak boğaz kalmadı, yol yapacak yer tükendi. Bu nedenle kendine alan açmak için bölgeyi zorluyor. Bu anlamda NATO ve Türkiye ittifakı bir cephe oluşturmuş durumda. Bu cephenin karşısına geçecek olan da halkların direnişidir.
Değişim tecridin kırılmasıyla başlar
Son olarak böylesi bir savaş ortamında bir çağrınız var mı?
Türkiye’de bir seçime gidiyoruz. Bu seçim her şeyi mucizevi bir şekilde değiştirecek seçim olmayacak. Ama biz yeni bir düzen istiyoruz, demokratik bir Cumhuriyet istiyoruz. Demokratik ulus anlayışımızla, Türkiye’de demokratik bir hayatı inşa etmek istiyoruz. Dolayısıyla birlikte mücadele çok önemlidir. Bir başka önemli mevzu da Kürt meselesinin rasyonel demokratik çözümünü var edebilmek. Bu iki konu birbirine bağlıdır. Çünkü savaşın gerekçesi Kürt meselesinin çözümsüzlüğe mahkum edilmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bunu çözdüğünüzde veya bunun için adımlar attığınızda diğer meselelerin de bu sıkışmışlıktan kurtulma şansı var. Bunun yolu da hukuk devletinden geçiyor. Bunun başlangıcı da tecrittir. Eğer tecridi kıramazsanız hem meselenin demokratik çözümünün önünü açamazsınız hem de toplumsal hukuku onaramazsanız. Çünkü tecrit istisna bir haldir. Bugün Türkiye’nin istisna hali, otoriter tekçi rejimdir. Bu tekçi rejimi değiştirmek için onun hukuk sistemini yıkmak zorundayız.
Biz demokratik çözümün başlaması anlamıyla bir muhatabı işaret ediyoruz. Hukuki prosedür olarak tecridin kırılması yeterli bir şey değildir. Özgürlük konusu, muhataplık konusuyla ele alınması gerekiyor. Belki de savaşın sonlanması için de en önemli sebeptir. Savaşı sonlandıracak bir irade ortaya çıkmışsa, bu siyasete yön vermişse yapılacak ilk adım tecridi kırmaktır. Bu ekonomik rant düzenini yıkmanın yolu da tecritten geçiyor. Çünkü ekonomik kaynakların çok büyük bir kısmı savaşa gidiyor.