Fikret Başkaya
Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve yönetici elitleri insanlara 100 yıldır “muasır medeniyet seviyesini yakalamayı ve aşmayı” vadediyor. Lâkin hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Şimdilerde dinci AKP 2053, değilse 2071’de amacın hasıl olacağından emin görünüyor… Aslında ‘muasır medeniyet’, dünyanın geri kalanını sömüren, yağmalayan, talan eden emperyalist-kolonyalist- ırkçı kapitalist ülkeler demek. Onların nesi sizi cezbediyor? Faşizmleri mi, jenositleri mi? Aralıksız peydahladıkları savaşlar mı, “iklim krizi mi”, “ekolojik yıkım mı”, “nükleer kış” riski mi, neden oldukları açlık ve sefalet mi? İnsanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımaları mı? Sizin ‘muasır medeniyet’ dediğiniz ‘Büyük İnsanlığa’ açlık, yoksulluk, sefalet, ekolojik yıkım ve aşağılanmadan başka ne vadediyor? Dolayısıyla neyin ne olduğunu bilmek önemlidir denecektir…
Fakat bir şey daha var: Kapitalist dünya sistemi dahilinde emperyalist ülkeleri yakalamak mümkün değildir… Kapitalist sistem hiyerarşik bir yapılanmadır. Piramide benzeyen bir yapı ve işleyiş söz konusudur. Piramidin aşağılarında yer alanlar yukardakiler tarafından sömürülürler. Aşağıdan yukarıya doğru kaynak (zenginlik) akışı söz konusudur… Aşağılardakilerle yukardakiler arasında sömürü, bağımlılık, hakimiyet, tâbiyet ilişkisi geçerlidir… Başka türlü söylersek, aşağılarda yer alanlar yukardakiler lehine sürekli olarak yoksullaşır-kimliksizleşir… Sistem doğası gereği, aynı anda zenginlik ve yoksulluk, ‘gelişmişlik’ ve ‘azgelişmişlik’ üretmeden yol alamaz-var olamaz… Aşağıdakilerin tepeye tırmanması asla mümkün değildir… Velhasıl kapitalist dünya sistemi tam da Bertholt Brecht’in tahterevalli şiirinde resmettiği gibidir… Kapitalist-emperyalist dünya sistemi dahilinde ‘muasır medeniyet’ denileni “yakalamak” hem mümkün değildir ve hem de zaten arzulanır bir şey de olmamalıdır… Orada sizi cezbeden ne var?.. Emperyalist Batı’nın şımarık zenginliği ne pahasına mümkün oluyor?
Esasen ‘ekolojik sınır’ da yakalamaya izin vermez. Mesela tüm ülkeler ABD kadar üretseydi, tüketseydi, onun gibi yaşasaydı, 5 gezegen gerekecekti… 1970-2017 döneminde doğadan yaklaşık 2,5 trilyon ton materyal çekilmiş… Bunun çok büyük bölümünün zengin Batı ülkeleri tarafından kullanıldığını söylemeye gerek yok! Doğadan çekilen bu kaynağın 1,1 trilyonu sürdürülebilirlik sınırının üstünde… Başka türlü söylersek, doğanın ürettiği yeni kaynaktan yaklaşık %40 fazlası kullanılmış…
Türkiye’nin şimdilerde içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde mülk sahibi sınıfların ve yönetici elitlerin aldıkları üç viraj, yaptıkları üç tercih var: Birincisi 1952 yılında Türkiye’nin bir militer (askerî) emperyalist saldırı paktı olan NATO’ya üye olması, ikincisi, 1980’de tam bir IMF-Dünya Bankası reçetesi olan ’24 Ocak Kararları’ ve onu hayata geçiren Amerikancı-NATO’cu 12 Eylül faşist darbesi ve üçüncüsü de 2002’de dinci AKP’nin iktidara taşınması…
Türkiye NATO’ya dahil olduğu andan itibaren artık adı konmamış bir ABD uydusuydu. O tarihten sonra ekonominin rotası ABD’li uzmanlar tarafından belirleniyordu. Sadece sanayi ve tarım politikası değil, eğitim ve ulaşım politikası da… Küçük Amerika olma tercihinin bir gereği olarak… ABD’nin Türkiye’nin yöneticilerine önerdikleri şunlardı: 1. Kamu sektörü, kamu girişimciliği daraltılmalıdır; 2. Özel sektör (sermaye) desteklenmelidir; 3. Özel sermayenin büyümesi için uygun koşullar oluşturulmalıdır; 4. ‘Ağır sanayi’ projeleri durdurulmalıdır; 5. Hafif sanayilere öncelik verilmelidir; 6. Ekonomik yapı ve işleyiş ‘mukayeseli üstünlükler teorisine’ göre dizayn edilmelidir; 7. Tarımsal altyapıya ve tarımsal ürünleri işleyecek projelere ağırlık verilmelidir… Bu öneriler, kalkınma perspektifinin defterden silinmesi, ulusal kalkınmacılığa elveda demekti… Siz neden tren yolu ulaşımının kara yolu lehine feda edildiğini sanıyorsunuz… Size daha çok petrol, asfalt, araba, iş makinası, vb. satsınlar diye…
1980’de 24 Ocak Kararlarıyla alınan viraj, tam bir kompradorlaşma tercihiydi. O tarihten sonda ekonominin rotası dış belirleyiciklere emanet edilmişti. Ekonominin üretici temeli hızla aşınmaya devam etti. Kompradorlaşmış bir ekonominin iç eklemlenmesi etkisizleşir, farklı sektörler arasındaki karşılıklılığın ve tamamlayıcılığın yerini dışarısı, dış belirleyicilikler alır. Ekonomi dış belirleyiciliklerden daha çok etkilenir, yara alabilir hale gelir… Tabii saman ve et ithal etmek de olağanlaşır…
Dinci AKP, 24 Ocak Kararlarıyla başlayan süreci nihai sınırına taşıdı. Türkiye’de siyaset bütçenin ve hazinenin yağmalanması demektir ama AKP bütçenin ve hazinenin yağmalanmasının da ötesine geçti. Müşterekleri ve doğa yağma ve talanını da denkleme dahil etti… Şu an itibariyle artık metalaştırılmamış, özelleştirilmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş, soysuzlaşmamış hiçbir şey kalmadı… Türkiye ekonomisi ve toplumu tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda… Müşterekler dahil, her şeyin özelleştirildiği, özel mülk kategorisine indirgendiği bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Zira, müşterekler (ortak yaşam kaynakları, araçları, alanları) toplumu – insanları- bir arada tutan tutkaldır…
Çöküş tablosundan çıkmanın yolu, geride kalan dönemde toplumdan çalınanı, gasp edileni asıl sahiplerine iade etmekten geçebilir… Bunun için de üretim ve yaşam araçlarını kamulaştırmak-sosyalleştirmek (devletleştirmek değil) ve demokratik bir ekonomik- ekolojik-sosyal planlamayla yola devam etmek gerekiyor. Başka türlü söylersek, radikal bir perspektif ve paradigma değişikliği olmadan çöküş tablosundan çıkmak mümkün olmaz… O halde neyin olmayacağından hareketle, yeni paradigmayı vakitlice ete-kemiğe büründürmek gerekiyor ve bu mümkün…