M. Ender Öndeş
Tuhaf zamanlar yaşıyoruz. Her şey çok hızlı akıyormuş da durup tartışmaya zaman yokmuş gibi görünüyor ama aslında o da değil. Anlatması zor. Yani öyle toplumsal hareketliliğinin kaynayıp durduğu, herkesin telaş içinde koşuşturduğu zamanlar gibi bir hız değil; sürekli manipüle edilen ve sürekli kayganlaşan zeminlere akan, en hayati sorunları adeta ışık hızıyla unutulmaya mahkûm ederken zihnimizi dumura uğratan ‘verimsiz’ bir hız.
1 Mayıs da öyle geçip gitti işte, geçip gidiyor daha doğrusu. İmamoğlu’nun küstahlığı, Özdağ’nın düello çağrıları derken, bir de üstüne Canan Kaftancıoğlu kararı bindi, daha aradan 10-12 gün geçmeden 1 Mayıs unutuldu bile.
Açıkçası ben her zaman soldaki tartışmaların daha derinlikli konulara yoğunlaşmasını doğru bulurum ve bu tür güncel vakaların ertesi günü, sen şöyle yaptın, ben böyle yaptım çekişmelerini anlamlı bulmam. Ancak bu kez durum biraz daha farklı. İstanbul 1 Mayıs’ına ilişkin tartışmalar bence bu yıl o kadar gelgeç meseleler üzerinden yürümüyor ya da yürümemeli/yürümemeliydi. Tartışma derken elbette kullanılan aşırı agresif kavram setini, karşılıklı ağır suçlamaları kastetmiyorum. Kimse ‘hain’ filan değil, kimse de ‘artistlik’ yapmıyor. Herkes doğru bildiğini savunuyor, savunsun da zaten. Bir sıkıntı yok.
Gönderilmeyen gitmez
Asıl sıkıntı başka yerde. Sıkıntı memleketin halinde. Memleket bir yere doğru gidiyor ve büyük bir hızla gidiyor. Çok basitleştirerek söylersek, siyasal iktidarı elinde tutan ekip, yeterince açık bir dille, iktidarı terk etmeyeceğini, bunun için her şeyi göze aldığını söylüyor. Bunun anlamı açık: Önümüzdeki süreç, son derece sert geçecek. Atomun sırrını keşfetmek filan değil bu; siyasal ortamı göz ucuyla izleyen herkesin söyleyebileceği şeyi söylüyorum. Ha, bu ülkeyi Norveç zannedenler vardır, geçiyorum onları, kendimizden, bizden söz ediyorum. Manzara ortada; hepimiz de görüyoruz geleni, gelmekte olanı.
O zaman şöyle bir sorunumuz var: Biz, bu yaklaşmakta olan şeye ne kadar hazırız? Daha açıkça söyleyeyim: Yasallığa, yasal izinlere, cepheden dalmaya değil de kenardan dolanmaya bu kadar alışmış, alışmakta olan bir topluluk, üstümüze üstümüze gelen süreci göğüsleyebilir mi? İktidarın sokak aralarında büyüttüğü paramiliter güçleri gereğinden fazla abartarak vatandaşın kalbine karamsarlık tohumları ekmeyelim tamam, ben de ayağa kalkan milyonların karşısında hiçbir haydut sürüsünün duramayacağına inanırım. Ama böyle bir gerçeklik de var. İktidara çöreklenmiş olan ekip, orayı terk etmemek için resmi ve gayrı resmi bütün zor güçlerini devreye sokacağının işaretlerini açıkça veriyorsa, bunu da görmezlikten gelemeyiz ki.
Gelmekte olanı görmek
Ha, tamam, açık konuşayım, ben de birkaç yıldır kitlesel 1 Mayıs’ların önemli olduğunu düşündüm. Birçok insan gibi ben de, Taksim zorlamalarının önemli olduğunu ama bir yandan da sadece dövüşme kabiliyetine sahip insanların, sadece belirli yaş kuşaklarının ve belli düzeydeki siyasal bilinç/örgütlülük sahibi insanların katılabildiği bu tarzla yetinmemek gerektiğine, büyük insan kitlelerinin başka bir adreste de bir araya gelmesi gerektiğine inandım. İnsanların büyük kitleler halinde bir araya gelmesinin, böylece ne kadar kalabalık ve güçlü olduklarını fark etmesinin bir özgüven yaratacağı, bu özgüvenin kitle hareketi için önemli olduğu fikrini de savundum, hâlâ da savunurum.
Ama şimdi bir an durup, Maltepe’ye bakarak biraz düşünelim. Durum böyle mi gerçekten? Herkes içinden ve dışından “Ah bir Gezi olsa” diyor değil mi mesela? Tamam. Kim zorlayacak peki gaz bulutlarının arasında o barikatları yeniden? O konteynerları kim sürükleyecek, kim sökecek o kaldırımları yerinden? Taksim’e yönelenleri sevelim sevmeyelim, ayrı mevzu. Ama dönüp bir soralım, Maltepe’ye yürüyüp konuşmacıları dinledikten sonra semtte pek bol bulunan kafelere doğru yayılan insanlarımız memnun mu bu durumdan? İçlerinde bir direnişçi, devrimci motivasyon hissedebilmişler mi o gün?
Örneğin şöyle söylüyor Ayşe Düzkan: “1 mayıs kürsülerinde yapılan konuşmaları dinleseniz, ne zaman yapıldığını anlayamayabilirsiniz çünkü aynı klişelerin tekrarından oluşuyor. kimse kürsüyü dinlemiyor çünkü söylenenleri alandaki herhangi biri de ezberden söyleyebilir!” İtiraz edebilir miyiz bu cümlelere? Nasıl edelim ki, yıllardır zaten kendi kendimize söylediklerimizi yazı haline getirmiş Ayşe; yaptığı bu. Ama eksik söylüyor Ayşe, sadece konuşmanın muhtevası değil sorun, genel ruh hali de öyle ve didaktik kürsüler de kurtarmıyor durumu.
Daha doğrudan soralım; ülke iktidar tarafından büyük bir hızla karmaşaya ve yüksek olasılıkla çatışma ortamına doğru sürüklenirken, bu kadar ‘naif’ ve yasalcı/gelenekselci bir tempo, sürecin ihtiyaçlarını karşılayabilir mi? Bu yaklaşımla kitleler böyle bir sürece mental olarak hazırlanabilir mi? Tamam, ben de biliyorum, kitle hareketi ‘önce antrenman sonra maç’ mantığıyla yürümez ama sürekli halı saha boyutlarına alışmış olan kaslarla gerçek sahada ne kadar koşabilirsiniz ki?
Küçük gruplar değil, hepimiz
Efendim, üç beş kişi kamikaze harekâtı yaparak gözaltına alınınca bir şey mi oluyor? Olmuyor elbette. Zaten sorunumuz da bu değil mi? Neden küçük gruplar? Neden büyük kitleleri bu yönde motive etmenin yolunu bulamıyoruz?
Ayrıca, büyük gruplar da yapabiliyor bunu. Kadın hareketini övüp duran (ama gerçekten fiziki manada da duran!) erkeklere ben de gıcık olurum ama bu fasılda söylemek zorundayım: Kadınlar mesela, kaç yıldır bal gibi de meşruiyet üzerinden yürüyorlar. Bu yıl 8 Mart’ta da devlet bir sürü cart curt etti ama sonuçta öyle üç-beş kişi değil, epey bir insanla yine yapacaklarını yaptılar. Evet, zor oluyor, eziyetli oluyor, bazen tam istenildiği gibi olmuyor ama yapılabiliyor. Sen şurada olacak deyip kararını alıyorsun, yapıyorsun ya da yapamıyorsun ama sonuçta kendi bildiğin yoldan, kendi kararınla yürüyorsun.
Bütün bunları yeniden düşünmek gerekmiyor mu artık? Agresif suçlamalar, polemikler filan, bütün bunların ötesinde bir şey söylüyorum; bunu oturup düşünmek gerekmiyor mu? Yani yaptık bitti, akşam oldu, Allah kabul etsin diyebilir miyiz huzurla? 1 Mayıs baştan savılması gereken bir angarya değil ki; işçi sınıfının en güçlü eyleminden söz ediyoruz. Ve tabii ki sadece 1 Mayıs’tan değil, eylem mantığının tümünden, yani 365 günden söz ediyoruz.
Kimse “yumurta küfesi” hatırlatması yapmasın lütfen; ağır abilere ait berbat bir laftır o, hiç sevmem! İnsanlar bizim yumurtamız ya da aman kırılmasın dediğimiz kristal vazomuz değiller; biz kimsenin annesi de değiliz! “Kitleyi ezdirmeyelim”ciler vardır bir de; yahu sana ne? Bir yere gelen insan o yerin bedellerine katlanır, elinde havluyla terleyen çocukların sırtını kollayan hala mısın, teyze misin sen? Ayrıca, kimse provokasyondan ya da risklerden de söz etmesin, Ankara garının önünde en barışçıl, en izinli gösterimize yaptılar yapacaklarını. Ölçü o değil yani. Tedbirli olmak başka temkinli olmak başka.
Duvarları aşmak
Yeniden söylüyorum; şuraya giden hain, buraya giden kahraman meselesi değil bu. Hepsi bizim insanlarımız. Sorun bizde. Bizim bugünü ve geleceği nasıl okuduğumuzda. İnsanlarımızı tanımıyoruz; Gezi’de de fark etmiştim bunu, onların gerçekte neyi istediğini, neye ne kadar hazır olduğunu bilmiyoruz ve çoğu kez kendi ruh halimizden pay biçerek düşünüyoruz. Yani şuraya yürümeyelim, şunu yapmayalım dediğimizde aslında bu, bizim haleti ruhiyemiz; insanların ne istediğinden haberimiz yok. Anekdot olsun; Gezi’de fark ettiğim şuydu: Çatışmaların her aşamasında, biz eski kulağı kesikler, arkalarda bir yerde “gerektiğinde kaçabileceğimiz” bir ara sokağı gözümüze kestirirken, öndeki cengâverler (biraz da devlet tecrübeleri az olduğundan) bunu akıllarına bile getirmiyorlardı!
Ağır olacak biliyorum ama biraz daha açık söyleyeyim: Biz, “6-8 Ekim sendromu”yla davranıyoruz; çünkü devlet bize o yargılamalarda, sokağa çağrı yapanlara neleri reva göreceğini kanıtlıyor aslında. 70’ini aşmış Mücella’ya yaptıklarının sebebi de, evet, tam olarak budur. Şu olursa şu olur diyorlar bir ibret olarak ve bizim zihnimize duvarlar örüyorlar.
Bütünün temsiliyeti ve iradesi
Tam bu noktada başka bir soruna daha geliyoruz aslında: Memleketin akıbeti için çok kritik günlerden geçerken, eski teamülleri sürdürebilir miyiz? Sürdürmeli miyiz?
Uzun bir süredir, 1 Mayıs dâhil bütün büyük kitlesel organizasyonlar, DİSK-KESK-TMMOB ve TTB’den oluşan bir dörtlü platform (şimdi Diş Hekimleri’nin katılımıyla beş oldu) tarafından yürütülüyor. Bu iyi bir şey. Özellikle 1 Mayıs için, işçiler, kamu çalışanları, teknik elemanlar ve sağlıkçıların temsiliyeti önemli, bir itirazım yok. Ama yaşadığımız ve yaşayacağımız zamanlarda bu yeterli midir? Ülke bir kıyamete giderken kader belirleyici pozisyonlar, bu kaderi sokakta belirleyecek güçleri daha fazla temsil etmek zorunda değil midir? Gitgide sertleşen bir süreçte, mevcut bileşim, ülkedeki diri muhalefet güçlerinin toplam iradesine ne ölçüde vakıftır? 6 milyondan fazla insanın sandıkta deklare ettiği iradesi var zaten; onun dışında da 1 Mayıs alanına binleri getiren partiler, siyasal güçler, bağımsız sendikalar, emek platformları, kadın hareketleri, ekoloji hareketleri, Alevi kurumları, vb. var. Bu geniş toplamla sadece bir ‘istişare’ ilişkisi, sadece bir ‘görüşlerini alma ve kararları bildirme’ ilişkisi kurulabilir mi? Artık bu teamülle yürümek mümkün müdür? Doğru mudur?
Efendim her kafadan bir ses mi çıksın? Çıksın! Biz zaten ‘tek kafadan tek ses çıkaran’ bir sistemle cebelleşmiyor muyuz? Ayrıca kitle organizasyonları zaten ‘sekretarya’, ‘yürütme komitesi’ gibi deneyimlere sahip, orada bir problem yok ki. Devletle görüşmeler konusunda da bir problem yok. Gezi’de gördük. Taksim Dayanışması bir sürü görüşme yaptı, sonra getirip önümüze koydu, tartıştık, ettik. Fena mı oldu?
Uzatmayalım, uzadı zaten. Hariçten gazel değil bu yazdıklarım. Bizzat kendim de yıllarca 1 Mayıs toplantılarında bulundum. Burada yaptığım, naçizane kendi görüşlerimi dile getirmek. 1 Mayıs geçti gitti zaten, 365 güne kadar kim öle kim kala diyebiliriz ama bu ‘öle/kala’ meselesi 2023 1 Mayıs’ını beklemeyebilir. “Bindik bir alamete” durumundayken biz, bugün, şimdi, “cengâver küçük gruplar” ve “mutedil (olduğunu sandığımız-çünkü biz öyleyiz) kitlesel hareket” sorunsalını önümüze koyup çözmek zorundayız.
Hayatım boyunca hep örgütlü yaşamdan, örgütlü davranıştan yana oldum. Ayrıca örgütlü olmanın statik bir ilişki değil, bir ruh hali olduğuna da inanırım ve -şimdi olduğu gibi- ‘örgütsüz’ken de öyle yaşar, öyle düşünürüm. Önerdiklerim de bu çerçevededir. Çünkü tarih boyunca yaşayarak öğrendik ki, kötü örgütlenme, örgütsüzlüğün önünü açar. Öyle bir an gelir ki, siz A dersiniz ama insanlar B der ve o zaman örgüt denilen şeyin pek de lüzumlu olmadığını düşünürler. Ve işte asıl kötü olan şey odur.
Maruzatım budur efendim.